Yine analizi okurken aklıma, şu an içeride olan, tüm AİHM ve AYM kararlarına rağmen adeta bir siyasi rehine gibi kodeste tutulan HDP eski lideri Selahattin Demirtaş geldi.
Tabii Demirtaş cezaevinde tutuldukça hem AB’nin, hem AB Güvenlik Konseyi’nin, hem ABD’nin hem de uluslararası toplumun şimşeklerini üzerine çeken iktidarın umurunda değildir.
Çöken ekonomi, paramparça olan aileler, yoksulluktan veya atanamadığı için intihar eden gençler de iktidarın umurunda değil.
Düşman hukuku, intikam ve kinle adalet sağlanamaz; tam tersine ülkeye, millete, milletin çocuklarına, çocukların geleceğine büyük bir darbe vurur.
Şimdiye kadar defalarca darbe vuruldu ama hiçbir zaman düşman hukuku ve intikamcı adaletten vazgeçilmedi.
Ne demişti Demirtaş:
“Kutsal olan devlet değildir, kutsal olan insandır. İnsanın onurudur. Dünyanın en büyük katilleri devletlerdir. Ne kutsallığı?” demişti.
Peki Demirtaş haksız mı?
Asla!
Şimdi hem Demirtaş’ın hem de Fikret Başkaya hocanın düşüncelerini deşelim.
Yüz yıldır bu devlet kendi çocuklarını yemedi mi?
Yüz binlerce fidan; sağ-sol, Türk, Kürt, Alevi, Sünni kavgalarıyla vatan toprağının altına girmedi mi?
Milyarlarca dolarlık servet dağlarda, ovalarda heba olmadı mı?
On binlerce aile paramparça olmadı mı?
Oldu!
O zaman nerede kaldı devletin kutsallığı?
Yakın tarihte cemaat ve tarikatların rant kavgasından ötürü 15 Temmuz Darbesi yaşandı. Aynı kaderi paylaşanlar, aynı yağmurun altında ıslananlar öyle birbirlerine düşman oldular ki, kundaktaki bebeklerine bile acımadılar.
Güçlü olan, güçsüz olanı hem terörist ilan etti hem de cehennem üstüne cehennem yaşattı.
Bu kavgaya, ağır insan hakları ihlallerine karşı çıkanlar da güçlülerin gazabından kurtulmayarak ya FETÖ’cü ya da PKK’lı ilan edilerek linç edildi, kodese atıldı; açlığa mahkûm edilip elinden işi, aşı ve hayatı alındı.
Sadece ben bir birey olarak bu haksızlıklara karşı çıktığım için atanmaya hak kazandığım TRT World’e atanmadığım gibi bir de üzerinden fişlendim. Davam AİHM’de.
28 Şubat sürecinde fişlenip kazanmama rağmen atanmamın engellendiği gibi… İktidarlar değişse de rejim asla değişmiyor. Zihniyet hiç değişmiyor.
Yüz binlerce insan hiçbir mahkeme kararı olmadan aşından, işinden, hayatından oldu. Cezaevleri kadın, çoluk çocukla doldu. Her gün ya bir KHK’lı intihar ediyor, ya hastalıktan ölüyor ya da iş kazasından hayatını kaybediyor.
Hangi kutsal devletten söz edilebilir ki?
Her şeyin üzeri dini sözlerle soslanarak tüm mezalimlere meşruiyet sağlanmaya çalışılıyor, hepsi bu.
İç ve dış denetim yok; tüm kurumlar çökmüş, hırsızlık ve yolsuzluk cenneti bir ülke haline gelmiş.
İktidar yolsuzluğa saplanmış; yavrusu Ana Muhalefet ve bağlı belediyeler de yolsuzluk cenneti olmuş.
Gazeteci Tamar Tanrıyar, bir buçuk aydır kendi programında Ana Muhalefet Lideri Özgür Özel’in aday yapma karşılığında Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’ten 20 milyon dolar aldığını iddia ediyor.
Özel’den tık yok; ne dava açıyor ne de açıklama yapıyor. Kurultay deseniz zaten şaibenin dibini yaşıyor.
Nerede kaldı devletin kutsallığı?
Fikret Başkaya “kutsal devletle” ilgili diyor ki:
“Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıydı.
Osmanlı’da devlet kutsaldı; onun doğrudan devamı olan ‘cumhuriyet döneminde’ daha da kutsal.
Devletin kutsal sayıldığı yerde ‘gerisi teferruattır’ denir. Geride kalan yüzyıllık tarih, kitle katliamlarının, siyasi cinayetlerin, darbelerin, işkencenin, yasakların, yok saymanın tarihidir.
Velhasıl modernlik, ilericilik, çağdaşlık retoriğinin reel bir karşılığı yoktu.
Türkiye’nin tarihinde hiçbir zaman bir aydınlanma devrimi, modernite devrimi yaşanmadı. Eski rejimin geleneksel ideolojisiyle cepheden bir hesaplaşma olmadı. Devlet-halk yabancılaşması ‘cumhuriyet döneminde’ de kaldığı yerden devam etti.
Gerçek durum öyleydi ama retorik farklıydı.
Geride kalan dönemin siyasi iktidarları halk tarafından gelen hiçbir demokratik talebe olumlu cevap vermediler.
1945-50 sonrasında oynanan ‘demokrasi oyunu’ kitleleri aldatmanın, oyalamanın ötesine geçemedi.
İmparatorluğun tebaası, padişahın kulu, bir cumhuriyetin yurttaşı olamadığı için…
Bizde ortalama bilinç de yurttaş bilinci değil; mülteci, muhacir, sığıntı, misafir bilincinin ortalamasıdır.
Aksi halde Türkiye bugünkü sefil durumda olur muydu?
Bağnaz resmî tarih ve resmî ideoloji, toplumun kendisi hakkında düşünmesini engelledi.
Anaokulundan üniversiteye dayatılan tedrisat (eğitim), insanların düşünce yeteneğini dumura uğrattı.
Eleştirel düşüncenin yasaklandığı durumda da işlerin sarpa sarması kaçınılmazdı.
Bidayetten itibaren eleştirel düşünce yasaklandı, lânetlendi.
Bu ülkenin en değerli yazarları, şairleri, sanatçıları, bilim insanları, gazetecileri, devrimcileri, sosyalistleri katledilmedikleri zaman işkencelere maruz kaldılar, zindanlara atıldılar, aç ve işsiz bırakıldılar, ilticaya zorlandılar.
Aslında söz konusu olan bir ‘faili meçhul’ (aslında doğrusu faili devlet) cinayetler cumhuriyetidir.
Oysa özgür düşüncenin, özgür tartışmanın yasaklandığı bir toplum önünü göremez, yolunu bulamaz; çürür ve çöker.
Şimdilerde Türkiye’nin içine sürüklendiği sefil durum, ne demek istediğim hakkında bir fikir verecektir.
Tarih boyunca egemen olan sınıflar, yeni, orijinal, aykırı düşüncelerin ortaya çıkıp geçerli egemen ideolojiyi aşındırmasını, hâkim paradigmada gedik açmasını engellemek istemişlerdir.
Yeni ve aykırı düşüncelerin egemen ideolojide açtığı gediğin büyümesinden korkmuşlardır ve bu yerinde bir korkudur.
Bu durum bir başka açıdan da önemlidir: Her türlü sömürü, baskı ve zulüm düzenini ayakta tutan sadece ve esas itibarıyla kaba kuvvet, çıplak şiddet değildir.
Egemenliği asıl ayakta tutan ideolojik egemenliktir, ideolojik köleliktir, gönüllü kulluktur.
Buna ‘gönüllü kölelik’ veya ‘gönüllü kabullenme’ de diyebilirsiniz.
İşte gönüllü köleliği sağlayan da ideolojik yabancılaşmadır.
Başka türlü ifade etmek istersek, ‘yanlış bilinç’tir.
Yanlış bilinç, ezilen ve sömürülen kitlelere geçerli egemenlik ilişkilerini kabullendirmek ve onların kendilerini ezen rejimin niteliğini, sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri bütününü sorgulamasını ve kavramasını engelleme amacıyla oluşturulur.
Kapitalist toplumda devletin üç işlevi vardır:
- Sermayenin hareketine uygun koşulları oluşturmak;
- Özel sektör (sermaye) tarafından asgari düzeyde bile karşılanması mümkün olmayan ‘kamu hizmetlerini’ sağlamak;
- Zenginleri yoksullardan korumak.
Neoliberal küreselleşme çağında durum değişti.
A’dan Z’ye her şey özelleştirildiğine, bir kâr aracına dönüştürüldüğüne, kamu hizmetleri budandığına, ‘müştereklerin’ (ortak yaşam alanları ve kaynakları) yerinde yeller estiğine göre artık devletin işlevi ikiye inmiş bulunuyor:
Sermayenin sömürü, yağma ve talan koşullarını oluşturmak ve zenginleri yoksullardan korumak!
Dünyada ve Türkiye’de 1980 sonrasında olup bitenleri hatırlamak, ne demek istediğimi anlamaya yeter.
Devletler artık toplumu kanını emen vampirlere dönüşmüş bulunuyor.
Hükümetler münhasıran küresel oligarşiler koalisyonunun hizmetinde.
Artık dünya şirketlerin, sermaye baronlarının dünyası.
Her ülkenin oligarşisi, küresel oligarşinin bileşeni ve halk düşmanı, doğa düşmanı, insanlık düşmanı cephede yer alıyor.
Tabii bu arada ‘vatan-millet’, milliyetçilik, ‘yerli-milli’, ‘büyüme, kalkınma, nurlu gelecek’ nutukları da atılmaya devam ediyor.
Sabahtan akşama kadar milli marş okunsa, ‘bir karış toprağımızı vermeyiz’ nutukları atılsa neye yarar?
Bir kere toprağın altı-üstü çoktan “yerli-yabancı” sermaye tarafından gasp edildikten sonra…” diyor Fikret Başkaya Hoca.
