Cüneyt Alphan


Mevlânâ Gözüyle Kur’an’a Bakış

Benim için tartışmasız bir İslam âlimi olan Mevlânâ’yla ilgili bugüne kadar pek çok aydın ve yazarın (özellikle kendine İslamcı-yazar diyenlerin) olumsuz düşüncelerine, hatta Mevlânâ’ya attıkları iftiralara şahit oldum ve okudum da.


–Ki “İslam” kelimesinin önüne/arkasına herhangi bir niteleme sıfatı da gelmemesine rağmen kendilerine İslamcı demelerini de anlayabilmiş değilim. 

Aslında istisna ve müstesnaları ayrı tutarak bizim Türk aydının klasik kıskançlık, çekememezlik özelliğidir. 

Türk aydını” derken de burada Türk-Kürt ayrımı yapmadan tüm aydınları kastediyorum. 

Aydın bir insan; aydınlanmadan aydınlanan, etkilenen, vicdanlı, ahlaklı, adalet duygusuna sahip olandır. Aydın bir insan, bütün dünya yalan karşısında secde etse bile kendi vicdanından vazgeçmeyendir. Aydın bir insan kendi çıkarını değil insanlığın, ülkenin ve halkının çıkarını her şeyin üstünde tutup ölümüne mücadele edip bedel ödeyendir. 

Bizim aydınlar maçın taraftarları gibi iktidar/muhalefet, sağ ve sol ideolojik temel üzerinden kendilerini konumlandırarak karşıdan karşıya atış yapan neferler konumuna girmişlerdir. 

İstanbul’a artist olmak için giden, artist olamayınca barlara düşüp dansöz olan ergen kızlar gibi kaypak zeminde yürüyen, kendine aydınım diyen binlerce insana rastlamak mümkündür bu ülkede. 

Daha önce okuduğum ancak makale yazmak için fırsat bulamadığım Prof. Dr. Ali Akpınar’ın yazdığı “Mevlânâ Gözüyle Kur’an’a Bakış” adlı kitap bana göre Mevlânâ’yı anlatan en iyi kitaptır. 

Akpınar hoca kitabında; Mevlânâ’ya ait olmayan ve onun felsefesiyle bağdaşmayan fikirlerin ona söyletilmeye/ yakıştırılmaya çalışıldığına tanık olunduğunu, insanoğlunun yeryüzündeki en büyük organizasyonunun medeniyet olduğunu belirterek;” medeniyetin üç temeli vardır” der. 

İlim-irfan, fikir-felsefe ve güzel sanat.

Mevlânâ, insanın ruh sağlığı ve ruh eğitimi için çırpınan bir gönül insanıdır. Evrende gerekli olanlar vardır, var olanlar da gereklidir. 

Allah’ın rahmeti, kahrından ileridir, kahrından fazladır ve ezelidir. Bu yüzden de bir kimseyi belâlara uğratması, rahmetindedir. 

Hz. Mevlânâ’nın yaşadığı dönem, İslam coğrafyasının Hristiyan Haçlı Seferleri, putperest Moğol saldırıları ile kasıp kavrulduğu; iç isyanlar, mezhep kavgalarıyla çalkalandığı, imani ve ameli problemlerin çözüm beklediği; beyinlerin karmakarışık, gönüllerin ümitsizlik içerisinde olduğu bir dönemdir. 

İslam toplumuna karabasan gibi çöreklenen bu olaylar celâli tecellileridir. 

Aynı dönemde İbni Arabi, Yunus Emre ve Hz. Mevlânâ gibi gönül erlerinin yetişmesi ise cemâli tecellileridir.

Mevlânâ ömrünü şu üç kelimede özetlemiştir. Ömrünün mahsulü üç sözdür, heman/ham idim, piştim ve yandım el-Aman” der. 

Burada Mevlânâ’nın bu sözüyle ilgili izninizle hemen bir parantez açayım. 

Korona başlaman önce bir gün rüyada Mevlânâ, tanıdığım kadın bir siyasetçiye vermek üzere bana bir sayfalık bir mektup göndermişti. Ama koca mektuptan rüyada kendimi çok zorlamama rağmen okuyabildiğim tek cümle;

“Yanmak ayrıdır, yanarak pişmek ayrıdır” sözü idi…

Uyandığımda bir dostumu aradım, rüyamı dostuma anlatırken o arada kapı zili çaldı, işyerinden eski bir arkadaşımdı.

Telefondaki dostum; takılarak “Cüneyt’cim o cümle sana yeter de, artar” deyince Sn. Valim valla param olsaydı yarın tutar, Konya’ya giderdim dedim. Telefon konuşmamızı dinleyen arkadaşım benden habersiz bir sonraki gün için Hızlı-Trenle gidiş-dönüş biletini almakla yetinmedi o zamanın parasıyla 250 TL ile birlikte bileti cebime tıkıştırarak; “hadi abi, yarın Konya’ya gidiyorsun” dedi.

Kızdım ona, deli misin-nesin, niye benden habersiz böyle bir şey yaptın ki, dedim. O da “abi uzatma, gitmek istedin, ben de hayrına ortak olmak istedim. Biz kardeş değil miyiz? Değilsek hani bilelim…” deyip demogojiye dayalı birkaç cümle de kullanınca, iyi-peki deyip teşekkür ettim. 

Mevlânâ’nın mezarı başındayken Mevlânâ’nın bu sözünü orada görünce inanın dehşete kapıldım. 

Neredeyse tıpatıp aynı söz: “Hamdım, yandım, piştim hamd olsun.” 

Tesadüfe bakın ki, Mevlânâ’nın mektup gönderdiği siyasetçi kadın da o gün Hac vazifesinde Kâbe’nin önündeydi ve yine tesadüfen bakın ki o kadın Mevlânâ’nın hemşerisiydi. Onu aradım, Hac da olduğunu söyleyince hem mutlu oldum hem de bana da dua et Sn. Vekilim dedim. 

Gerçi siyasetçilerin ne duasına ne de bedduasına pek güvenmem…

-Ki bu kadın siyasetçiyi de çok sevmeme rağmen kendi konumunu korumak için haksızlıklara karşı çıkmayan, sessiz kalan sadece özel sohbetlerde dile getiren bir siyasetçiydi. Onu da yadırgamam bu toplumun söz de aydınları böyleyse siyasetçilerimizin öyle olmasını şiddetle karşı çıksam da anlayabiliyorum. 

Şu da yanlış anlaşılmasın, kesinlikle çok dindar biri değilim, tüm dindarlığım Ramazan ayındadır, Ramazandan sonra sepeti koluna, herkes yoluna diyen deli-dolu, tavuk gibi günde 3-4 rüya gören, rüyaları da kare kare hatırlayan, aktif bir ruha sahip biriyim, o kadar. 

Rahmetli annemin benimle ilgili bu altın değerindeki tespitinin de ta kendisiyim. 

“Oğlum, valla, senin beş kuruş aklın da yok, beş kuruş paran da…”

Burada parantezi kapatıp konumuza geçiyorum. 

Kitapta şu tespitler kayda değerdir:

“Bedenimizin fiziki yapısı bile 20-22 senede tamamlanmaktadır. Ruhi yapımızın kemale ermesi için belli bir zamana ihtiyaç vardır. 

Kur’an’ın yirmi üç senelik zaman diliminde inmesi tesadüf değildir. Peygamberlerin genellikle kırk yaşlarında peygamberlikle görevlendirilmeleri de hikmet gereğidir.” 

Mevlânâ’nın 30 Eylül 1207 tarihinde Afganistan’ın Belh şehrinde dünyaya geldiğini, annesi Belh Emiri Rukneddin kızı Mümine Hatun, babaannesi Harzemşâhlar hanedanından Türk Prensi Melike Hatun olduğunu, babasının, bilginler sultanı diye tanınan Muhammed Haâuddin Veled, büyükbabası ilim deryası şair Hüseyin Hatibi olduğu da kitapta belirtiliyor. 

Akpınar hoca kitabında; bazı kaynaklarda Mevlânâ’nın anne tarafından soyunun peygamberimize, baba tarafından da Hz. Ebubekir’e ulaştığını da ifade eder. 

3 Mayıs 1228’de Konya’ya gelip yerleşir. Baba-oğlun bu seyahatleri, onların ilimlerine ilim katar. 

17 Aralık 1273 tarihinde Mevlânâ Hakk’a yürür. 
Kitapta Mevlânâ’dan şu ifadeler aktarılır: 

“Mevlânâ ‘Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerinde gönlündedir. Zaten görünen şu maddi cismimiz, bedenimiz fanidir. Sonunda toprak altına gitmek için yaratılmıştır. Fakat manevi yönümüz, sonsuzluğa kadar ebediyen neşeli bir halde yaşayacaktır.

Vahye dayanmayan söz, hevâ ve hevesten ibarettir. Toza toprağa benzer, havada yok olur gider…” 

Hz. Ali;

“Sevap elde etmek için Allah’a kulluk, tacirlerin ibadetidir.

Korkudan dolayı kulluk, kölelerin ibadetidir.

Allah’a şükür etmek için kulluk ise, işte asıl hürlerin ibadeti budur.” 

Mevlânâ: 

“Sende yürek olmadıktan sonra hançerin,

Ali gibi bilek olmadıktan sonra Zülfikarın,

Nuh gibi kaptan olmadıktan sonra geminin, 

İbrahim gibi putları kırıp içindeki putları ateşe atamadıktan sonra putperest olmadığının ne anlamı var? 

İnsanlığın ve yiğitliğin varsa koy ortaya!

İşte tahtadan kılıcı, Zülfikar yapan budur.

Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın kölesiyim. Ben Muhammed Muhtarın yolunun tozuyum. Benden bu sözden başkasını nakleden kimse benden uzak, ben de ondan uzağım.” 

Prof. Ali Akpınar Hoca:

“Mevlânâ’nın anlayışlarını üç grupta toplayabiliriz. 

Gizlenen Mevlânâ, Özlenen Mevlânâ ve İzlenen Mevlâna.

Sonuçta Mevlânâ’yı istismar eden, kendi emelleri doğrultusunda onu kullanan, Mevlânâ’daki ilahi aşkı-aşk-ı hımariye, Hak şarabını dünya içkisine dönüştürmeye çalışan, onu ve mesajını buharlaştıran güruhlar zuhur etmiştir. 

Mevlânâ’nın aşk, kadın, şaraptan başka bir bilmediğini sanırdık. Sonradan gördük ve anladık ki bu yazılanlar, Mevlânâ’nın eserlerinden başı sonu kırpılarak alınan ve yanlış anlaşılmaya müsait cümlelermiş. 

Eğer sen, bu hakikat diyarıdan, bu mânâ meyhanesinden bir koku alamıyorsan, gelme buraya, gelme. Eğer benlikten kurtulamıyor, isteklerinden soyunamıyorsan bu aşk nehrine dal. Ötelerden bulunan bir yön var ya, bütün yönler oradan geliyor, orada kal, bu tarafa gelme.

Semâ’da sağ el Allah’a açık, sol el ise insanlara dönüktür. 

Sonuçta anladık ki Mevlânâ’nın bazı yönleri, hatta Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan yönleri gizlenmiş yahut yanlış yerlere çekilmiş. 

“Yeniyi ara yeniyi!

Çünkü yeni, daha fazla zevk ve neşe verir insana. Eski palan eşeklerin sırtını yaralar, bereler!

Ey sabır, varlığın anahtarıdır, sırrının emiri! Bu kervanı güzel ta hacca kadar çek, götür!

Mesnevi, Nil ırmağının suyudur. Kıpti’ye kan görünür ama Mûsâ Kavmine kan değildir, sudur.

Çünkü ilahi kitapların sırrından bir koku alan, bağlarda, dere kıyılarında uçar, durur. 

Sevgisini yalnızca ruhsuz bir şekilde tebessüm ile gösteren kimse riyakârdır. 

Ayet; 

“Cinlerinize, insanlarınıza kudret ve sanat sahibi olanlarınıza söyleyin de ehemmiyetsiz gördüğünüz ayetler gibi bir ayet meydana getirsinler.”

Mevlânâ hayranı büyük âlim ve şair Molla Cami (1895/1489), onun için, Mesnevi Farisi dilinde Kur’an’dır. O yüce kişi hakkında ne söyleyeyim? Peygamber değil ama kitabı var, diyerek Mevlânâ’nın büyüklüğünü ve Mesnevi’sinin Rahmani olduğuna dikkat çekmiştir” diye aktarır Ali hoca. 

Bu arada Molla Cami’nin Sarf-Nahu ilmine dayalı yazdığı “Molla Cami” kitabı eskiden hemen hemen bütün medreselerde okutulurdu. Çünkü medresedeyken ben de okudum. Şu an okutuluyor mu, bilmiyorum. 

Mevlânâ’dan:

“Nefsin her anda hilesi var, hilesinde yüzlerce firavun, Firavun’a uyanlarla boğulmuş. 

Bir başkası ‘Allah size adalet ve ihsan ile emrediyor’ ayetini okur, zulüm etmekten ger kalmaz. O kimse hırslı, cimridir ve emanete hıyanet eder. 

Furkan; hak ile batılı, doğru ile eğriyi ayıran demektir.

Kur’an’sız evler harabelere, Kur’an’sız beyinler ise ölü cesetlere benzerler. Kur’an’da hakikatlere duyarsız olanları içleri boş kütüklere benzetir. 

Şeytan’ın adı büyü yapmaya yarar, sen de Allah adıyla mangır elde edersin. Allah benim ayetlerimi birkaç paraya satmayın ve benden sakının. 

Allah yolunun, Allah durağının bilgisini ancak gönül sahibi yahut da gönül sahibinin gönlü bilir. İşte Allah bu terkiple latif bir hayvan insanı yarattı, onu bilgilere eş etti. 

Kur’an’ın en büyük müfessiri Kur’an’ın kendisidir.

İmana mensup akıl adil bir zabıta memurudur, gönül şehrinin bekçisi, hâkimidir. 

Bu uzay ve tıp bilgileri, peygamberlerin vahiyleridir. Onlar kılavuz olmasalardı akıl ve duygunun o tarafa nereden yolu olacak? 

Senin Kur’an’ın, Musa’nın asasına benzer, küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar. 

Kader, sözlükte, ölçü, miktar, tayin manalarına gelen bir kelimedir.

Kaza ise, sözlükte hüküm ve yaratma anlamına gelen bir kelimedir.

Kadermiş, öyle mi?

Hâşâ, bu söz değil doğru; 

Belanı istedin, Allah da verdi… 

Doğru bu. 

Eşeklik sıfatlarını takındıktan sonra, isterse yüz kanadın olsun. Uçsan bile, ancak ahırda uçarsın…

Çocukluk çağları geçti, gençlik demleri bitti. Arkadan kocalma günleri erişti, atık cihandan uçmaya bak!

Her misafirin konuklu hakkı üç gündür. 

Efendi üç gün oldu artık, kalk, çek arabanı…” diye aktarıyor Ali Akpınar Hoca. 

Güzel bir kitaptı. Kendisini tanımam ama buradan kendisini kutluyor, selam ve hürmetlerimi iletiyorum. 

Sözü bir hayli uzattım ama Pazar gününe dair hoş bir seda olsun istedim…