Bugün, 3 Aralık 2024 Salı

Cüneyt Alphan


Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Türkiye Solu…

Daha önceki yazılarımda da sık sık isminden söz edip referans gösterdiğim, sakıncalı bir gomanist (!) piyade olmasına rağmen liseli yıllarımdan beri takip ettiğim, sevip-saydığım Fikret Başkaya hocanın bu analizini de sizlerle paylaşmak istedim.


Bir Türk olan, tüm yaşamı boyunca akademik çalışmalar yapan, demokrasi, özgürlük mücadelesini veren, bir Kürt’ten çok daha fazla Kürtlerin en insani haklarını hapis yatma pahasına bile olsa savunan Başkaya hocanın pek çok anektodu vardır. Lâkin izninizle iki anektoda yer vermek isterim. 

Yazığı bir kitaptan ötürü gözaltına alınan hoca gözaltındayken polis gelir, gözaltındakilere tek tek “neden gözaltına alındığını?” sorar.

Sıraya hocaya gelince polis; 

“Sen niye geldin?”

Hoca; “Kitap’tan dolayı…”

Polis; “Ne yani, sen kitap mı yazdın?”

Hoca; “Evet…”

Polis; “Peki gerçekleri yazdın mı?”

Hoca “Evet…”

Polis; “O zaman elbette buraya geleceksin…” der. 

 

Bir başka trajikomik anektod ise; Hoca, “apolitizasyon” başlığında bir analiz yazar.

 

Efendim koca Cumhuriyet’in savcısı ““apolitizasyon” kelimesinden “APO”yu çıkarıp Hoca hakkında terör örgütü propagandasını yapmaktan ötürü dava açar.

 

Garibim yetmişe dayanmış yaşıyla mahkeme mahkeme tur atar. 

“Apolitizasyon” kelimesinden “APO”yu çıkaranlardan Savcı, bir öğünde 168 Bin TL ödeyenden Anayasa Mahkemesi üyesi oluyorsa bu ülkede eh adaletin kimlerin elinde olduğunu tahmin etmek de güç değildir. 

Neyse sözü uzattım, Fikret Başkaya hocanın yazdığı; “Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Türkiye Solu…” adlı analizine gelmek istiyorum. 

Öncelikle şunu ifade edeyim, hocaya katıldıklarım da var, katılmadıklarım da var. Her zaman yaptığım bütün aykırı fikirleri burada paylaşarak demokratik bir olgunluk göstermeye de çalışıyorum. 

 

Adlarımız farklı olsa da soyadımız Türkiye…

 

Başkaya hoca Karl Marx’ın;

Bir başkasını ezen ulus özgür olamaz”.

 

Sözü ile F. Engels’in;

Her türlü sağlam ve özgür gelişmenin temel koşulu ulusal kölelikten kurtulmaktır. Sözünü aktardıktan sonra kendi analizine geçer. 

Başkaya hoca; 

 

“Bidayetten itibaren Türkiye sol hareketi Kürt sorununa dair tutarlı bir yaklaşıma sahip olmadı.

Elbette istisnalar var ama “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denmiştir.

 

Bunun iki nedeninden söz edilebilir:

 

Birincisi; Türkiye solu hiçbir zaman resmî tarihle, rejimin resmî ideolojisiyle cepheden bir hesaplaşmaya cüret etmedi.

 

Malûm, resmi tarih mülk sahibi egemenlerin;

 

bilinmesini istediği” tarihtir.

Geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur.

 

Fakat, resmî tarih oluşturmak bir başına amaç değildir. Asıl amaç 'resmî ideoloji' oluşturmaktır. Resmî tarih, resmî ideolojinin hammaddesidir.

 

Velhasıl, resmî ideoloji oluşturmak için resmî tarih oluşturmak, resmî tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin [kolektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, bugünün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imal edilmesiyle mümkün oluyor.”

Hocanın bu tespiti okurken aklıma George Orwell’in yazdığı Hayvan Çiftliği ile 1984 adlı kitapları geldi. 

Orada da toplumun belleğinin yok edilip yerine yeni bir belleğin yerleştirilmesinden söz eder. 

Bide aklıma “Körlük” romanı da geldi. Hoca aslında tam da “Körlük” romanının Kürtler versiyonunu anlatıyor. 

 

Evet, rejim her zaman Kürtlere kör davranmıştır. 

 

Neyse hocanın analizine devam edelim. 

 

         Hoca; “Resmi tarih, yalan, tahrifat, yok saymaya [occultation], adıyla çağırmamaya, sansür ve oto-sansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Toplumsal bellek, egemen sınıfların ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanıyor. Dolayısıyla genç nesillere öğretilen tarih 'gerçek tarih' değil, ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur.

 

Bu “uydurulmuş tarih, başta genç nesiller olmak üzere, kitleler tarafından 'içselleştirildiğinde' amaç gerçekleşmiş sayılır. Öyleyse bir toplumun hafızasını [belleğini] yok etmeye, değilse bozmaya, hafıza kaybı [amnésie] yaratmaya, tarihi tahrif etmeye kim neden ihtiyaç duyuyor sorusu akla gelir. İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu gizlemekten, unutturmaktan, toplumu geçmişine yabancılaştırmaktan, toplumu “tarihsizleştirmekten, kimliksizleştirmekten” geçiyor.

 

Zira, toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsurudur.

 

Bizde sol hareket, Cumhuriyetin anti-emperyalist bir mücadele sonucu kurulduğuna inanıyor.

 

“Millî Mücadele” emperyalizme karşı bir mücadele değildi.

 

Tam tersine emperyalizmle uzlaşmaydı.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist savaşta taraf olduğu unutuluyor.

Hikâyenin 1919 sonrası esas alınıyor.

 

Savaşta yenilen tarafa bir dizi ‘yaptırımlar’ dayatmak işin doğası gereğidir.

 

Ülkenin Batı bölgelerini istila eden Yunan Ordusunun püskürtülmesi, anti-emperyalist bir ‘ulusal kurtuluş hareketi’ değildir.

 

Söz konusu olan ‘kurtuluştur’… 

 

Mesela Fransızların Alman işgalini püskürtmesi, bir kurtuluş hareketidir (libération).

Oysa, Cezayir halkının Fransız kolonyalizmine, Vietnamlıların Amerikan emperyalizmine karşı yürüttükleri mücadele, ‘anti kolonyalist, anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş mücadelesidir.

 

İkinci neden de ‘sınıf mücadelesini’ sadece işçi sınıfının (proleteryanın) sermayeye ve burjuva devlete karşı yürüttüğü mücadele saymakla ilgili… 

 

Komünist Manifesto’da Sınıf mücadelesi çoğul ifade ediliyor.

 

Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” deniyor.

 

Dolayısıyla, sadece işçi sınıfıyla burjuva sınıfı arasındaki mücadele değil.

 

Doğrusu ‘sınıf mücadelesi değil, sınıflar mücadelesidir.

Köle isyanları, ulusal kurtuluş için yürütülen mücadeleler de sınıf mücadelesidir.

 

Santo Domingo’da [bugünkü Haiti] Toussaint L’Ouverture önderliğinde Fransız kolonyalizmine karşı yürütülen Siyah Kölelerin isyanı bir sınıf mücadelesi değil miydi?

 

Fransızların defedilmesi sadece Haiti’de değil, tüm Orta ve Güney Amerika’da [Latin Amerika] şeylerin seyrini değiştirmişti.

 

Kıtada köleciliğin lağvedilmesiyle sonuçlanmıştı.

 

Amerika kıtasının ilk devrimiydi… 

 

İrlandalıların İngiliz kolonyalizmine ve köleleştirme saldırısına karşı mücadelesi de bir sınıf mücadelesiydi.

İkinci Dünya Savaşı ertesinde sömürge halklarının ulusal bağımsızlıkları için yürüttükleri mücadeleler de bir sınıf mücadelesiydi.

 

Aynı şekilde Güney Afrika’da Nelson Mandela önderliğinde ırk ayrımcı (apartheid] rejime karşı siyahların mücadelesi de bir sınıf mücadelesiydi.

 

Yüzyıllık Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin de tartışmasız bir sınıf mücadelesi olduğu gibi…

 

Dolayısıyla, sadece işçi sınıfının burjuvaziye ve burjuva devlete karşı yürüttüğü mücadele değil.

 

Sınıf mücadelesi farklı tarihsel dönemlerde farklı biçimler almıştır

Son tahlilde söz konusu olan ezen-sömüren ve ezilen-sömürülen sınıflar arasındaki mücadeledir.

 

Tarihte kadınlar ‘ilk ezilen sınıf” olmuştur.

 

Esasen kadının aile içindeki konumu, işçinin fabrikadaki, işyerindeki konumu gibidir. 

 

Eğer söz konusu olan ücret karşılığı çalışan kadınsa, proleterse, çifte sömürüye ve baskıya maruz demektir.

Boşuna “kadınların kurtuluşu evrensel kurtuluşun ölçüsüdür” denmemiştir… 

 

Kadınlar ezilmeye, sömürülmeye devam ettikçe de gerçek bir eşitlikten-özgürleşmden (emansipasyondan) söz etmek mümkün değildir.

Zira, kadınların mücadelesi bir cins mücadelesi değildir.

 

Netice itibariyle, üç düzlemde (boyutta) gerçekleşen üç büyük sınıf mücadelesinden söz etmek mümkündür:

 

Uluslararası planda ezilen halkların, ulusal planda işçi sınıfının ve aile içinde kadınların mücadelesi…”diyor Fikret hoca.