Cüneyt Alphan


İşveren

İsveren


İzmir Belediyesi’nde çalışan işçilerin grevi, CHP belediyelerine yönelik yapılan operasyonlar, tutuklamalar, CHP Kurultay davası üzerinden Kılıçdaroğlu’na –özellikle CHP içindeki ulusalcılar tarafından yapılan– saldırılar ve ağır hakaretleri izlerken, aklıma geçen gün Fikret Başkaya hocanın bana gönderdiği “İşveren” adlı analizi geldi.

Düşünsenize, sırf Kılıçdaroğlu’na saldırmak için 600 kişilik bir ekip kurulmuş, CHP’li vekil Burhanettin Bulut tarafından 46 milyon TL ile finanse edilmiştir. Bunu da yine CHP’li Eren Erdem belgeleriyle ispatladı.

Ama öncesinde izninizle, malum bugün bayramdır. İslam âleminin, tüm milletimizin ve dostlarımın bayramını tebrik etmek istiyor; “Terörsüz Türkiye” projesinin başarılı olmasını, adaletin, kardeşliğin ve barışın hâkim olmasını tüm kalbimle diliyorum.

Gerek İzmir’de yaşananlar, grev üzerinden Kürtlere, Alevilere edilen hakaretler; gerek İBB iddianamesinde yer alanlar ve gerekse CHP Kurultayı’nda ortaya çıkan belgelerden net gördüğüm şudur: Biz millet olarak, AK Parti iktidarının yolsuzluk, hırsızlık, kayırma, adaletsizliklerle dolu uygulamalarından kaçarken; CHP’li belediyelerde yapılan yolsuzluk dolusuna tutulduk.

AK Parti iktidarı kendi belediyelerine operasyon yapmıyor diye CHP’li belediyelerde yapılan yolsuzlukları meşrulaştıramaz. Evet, bu operasyonların amacı siyasi olabilir ama hırsızın dindarı, dinsizi, sağcısı, solcusu olmaz; hırsız, hırsızdır. Bütün iddianame ve iddialara bakıyorum, kuşku götürmez bir şekilde hem belediyelerde hem de kurultayda yolsuzluk, rüşvet, kayırma ve hırsızlık yapılmıştır.

CHP içindeki ulusalcılar, ulusalcı kalemler, Kılıçdaroğlu geri gelecek korkusuyla topyekûn saldırıya geçtiler. Görsel, yazınsal, sosyal medya ve bütün trolleriyle hücum ediyorlar.

Neden?

Çünkü musluğun kesilmesinden korkuyorlar…

CHP içindeki kimi ulusalcılar çok fazlasıyla önyargılı; kesinlikle empati yapıp kendilerini Kürtlerin/Alevilerin ve muhafazakâr kesimin yerine koyup yaşananlara sempatiyle bakmayı beceremiyorlar. Körü körüne bir düşmanlık ve kendilerini asıl devletin sahibi görme kibri vardır.

Eğer bu kinlerinden, kibirlerinden, üstenci bakışlarından olmasaydı; Kılıçdaroğlu’nu arkadan hançerleyip kaybettirmek için Meral Akşener, Sinan Oğan ve Muharrem İnce’ye destek vermeselerdi bugün yaşadığımız ağır tablonun hiçbiri olmazdı.

İmamoğlu’nun isteği üzerine altılı masadan kalkan Meral Akşener, İzmir milletvekiline ne söylemişti?

“Ben devlete karşı görevimi yaptım. Ben bir Kürt ve Alevi’yi seçtirir miyim?”

Evet, dediğini yaptı ve seçtirmedi. Peki ne oldu? Kazdıkları kuyuya kendileri düştüler. Bugün de feveran ediyorlar. Kusura bakmayın, bu tablonun baş mimarı ve müsebbibi sizlersiniz.

İzmir Belediye Başkanının ve genel merkezin grevle ilgili açıklama, tavırlarına ve uygulamalarına baktığımda; işlerine gelince solcu-sosyalist, palavradan devrimci; işlerine gelince de pekâlâ katıksız kapitalistler olabiliyorlar.

Şimdi gelelim konuyla ilgili Fikret Başkaya hocanın analizine…

Fikret Hoca söze Bernard M. Baruch’tan bir alıntıyla başlıyor:

“Milyonlarcası elmanın düşüşünü gördü, ancak sadece Newton ‘neden?’ diye sordu.”

Ve ardından Julien Benda’nın şu sözüyle “aydın” ve “entelektüel” tanımı yapıyor:

“Entellektüelin misyonu, dünyanın efendisi haline gelmiş haksız ve yanlış karşısında cümle âlem diz çökerken bile, ayakta kalıp ona insanlık bilinciyle karşı çıkmaktır.”

Fikret Başkaya devamında şunları yazıyor ve kesintisiz sizlerle paylaşmak istedim:

“Kelimeler ve kavramlar köleleştirmenin de özgürleşmenin de aracı olabiliyor… Fakat gerçek dünyada daha çok sömürünün, baskının, sosyal eşitsizliğin, bir bütün olarak egemenliğin hizmetinde oldukları tartışmasızdır… İşte bu durumu sorun edene de entelektüel deniyor.

‘Aydın’ denilen aynı şey değil. Bizde diplomalılara ‘aydın’ deniyor… Aydın, eğitimli olmaya, bir uzmanlığa, bir mesleğe gönderme yapar. Uzman, maddi sosyal gerçekliğin çok küçük veçhesi hakkında bilgi sahibidir ama bütünden habersizdir… Ağacı görür de ormanı görmez…

Elbette bunu söylemek, herkes her şeyi bilmeli demek değil; bununla sınırlı bakışın-kavrayışın sınırı hatırlatılmak isteniyor. Oysa gerçek (hakikat) bütündedir ve entelektüel bütüne odaklanandır…

Aslında kelimelerin ve kavramların nasıl yanılsama yarattığına dair çok sayıda örnek verilebilir. İşte, kapitalist denmiyor da ‘işveren’ deniyor…

İşveren denerek sadece emek sömürüsü yok sayılmış olmuyor, bir de kapitalist alacaklı hâle geliyor; zira vermek borçlandırmaktır, alacaklı duruma gelmektir… Birine bir şey verdiğinizde alacaklı duruma gelirsiniz… Almak borçlanmaktır…

Kapitalist sadece işçileri sömürerek sermayesini büyütmez. Toplanan vergiye de el koyar ki, ona teşvik diyorlar… Kapitalist ne kadar vergi vereceğine kendi karar verir… Zaten mevzuat da işini kolaylaştıracak şekilde dizayn edilmiştir… Yasaların nasıl yapıldığı da bilindiğine göre…

Tabii bir de vergi muafiyeti denilen var…

Türkiye’de milyonlarca insan neden işsiz, açlıkla, yoksullukla cebelleşiyor? Aldığı ücretle geçinmekte zorlanıyor? Sebebi bir sır değil…

Ülke kaynakları bir avuç iş bitirici kapitalist ve şürekâsı tarafından yağmalandığı, talan edildiği için…

Kapitalist, insanlara iş verdiği için önemli sayılır ama insanların neden kapitalistlere emeğini satmak zorunda olduğu sorusu sorulmaz!

Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edildikleri için değil mi?

İyi de ne olmuş da insanlar proleterleşmiş, üretim ve yaşam araçlarından mahrum edilmiş?

Devletin aslî işlevi mülk sahibi egemenleri yoksullardan korumaktır. Ona ‘milli güvenlik’ diyorlar…

Fakat devletin ordusu, polisi, jandarması yetmiyor ki; bir de ‘özel güvenlikçi’ var…

İnsanlar ‘özel güvenliği’ sorun etmiyor…

Neyi sorun ediyorlar ki…

Bir devlet kurumunun güvenliğinin özel güvenlik şirketine bırakılması ne demektir? Aslında bu sorunun cevabı bir sır değil…

Artık kamu, kamu hizmeti kavramı defterden silinmekte… Güvenlik de bir kâr aracına dönüştürülmüş durumda… Artık güvenliğinizden de kâr ediyorlar…

Kapitalizm varlığını ücretli emek sömürüsüne, karşılığı ödenmeyen kadın emeği sömürüsüne, doğa yağma ve talanına borçludur.

Kapitalist sömürdüğü işçiyi insan saymaz, ona öyle muamele etmez. Onun için işçi (insan), üretim için gerekli şeylerden (girdilerden) sadece biridir… Bir üretim girdisidir…

Aksi halde “iş kazası” denilen bir istisna olurdu…

Her yıl binlerce işçi ölmez, yaralanmaz, hayatı kararmazdı…

Aslında iş kazası değil, işveren (kapitalist) cinayeti demek gerekiyor…

Kapitalist, iş güvenliği harcamalarını ne kadar kısarsa, kâr da o oranda artar, sermayesi büyür…

Mesela Soma, Amasra, Ermenek ve başka yerlerdeki binlerce işçinin katledilmesinin yegâne nedeni, iş güvenliği için yapılması gereken harcamalardan sakınılmasıdır…

Kapitalist işçinin akıbetiyle ilgili değildir. İhtiyacı olduğunda istihdam eder, gerekli görmezse de kapı dışarı eder…

Kapitalist, vahşi bir rekabet ortamında sermayesini büyütmeden varlığını sürdüremez. Zira, kapitalizm sınırsız büyüme, yayılma, genişleme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistemdir…

Her bir kapitalist veya kapitalist işletme, büyüme veya yok olmak ikilemiyle yüzleşmek zorundadır…

Başka türlü ifade edersek, kapitalist ‘ileriye doğru kaçmak zorunda olan biridir’…

Onun bireysel iradesinin bir değeri yoktur. ‘Burada durayım, bana bu kadarı yeter’ diyemez…

Esasen kapitalist, sermayenin insan suretindeki tezahürüdür…

Kapitalizm, etik değerlere külliyen yabancılaşmış, netameli bir sistemdir… Üstelik ‘aşırılık ve ölçüsüzlükle de malûldür’.

Oysa etik sınır demektir. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır…

Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma dinamiğine sahiptir ama bu dünyanın kaynakları sınırlıdır…

Bir zaman geliyor –şimdilerde olduğu gibi– sınırsız büyüme, doğal kaynakların sınırına dayanıyor ve genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkıyor…

Üretim ve yaşam kaynakları ve araçları, dar bir mülk sahibi kapitalist sınıfın özel mülkü olmaya devam ettikçe; bu dünyada hiçbir temel sorunun çözüme kavuşması mümkün değildir…

Kapitalistler sadece insanları sömürmüyor, yaşam için gerekli araçlardan mahrum etmiyor; doğa yağma ve talanıyla yaşamın temelini de aşındırıyorlar…

Artık insanlığın ve uygarlığın geleceği işverenlerden kurtulmaya, işverenlerin işine son vermeye indirgenmiş bulunuyor…

Boşuna, ‘ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denmemiştir…

İnsanlar ‘büyüme, kalkınma, ilerleme…’ vaadiyle aldatılıyor, oyalanıyor…

Lâkin neyin nasıl büyüdüğü, büyüyenin aslında ne olduğu, kimin için ne anlama geldiği hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmıyor, sorun edilmiyor…

O kadar büyümeden sonra durum ortada değil mi?

Aslında büyüyen sermaye, doğa yağma ve talanı, insanın özünün ve canlı doğanın aşındırılması…

Ve sonuç ortada…

İnsanlık ve uygarlık her geçen gün uçuruma daha çok yaklaşıyor…

Doğanın dengesi hızla bozuluyor, iklim krizi almış başını gidiyor, canlı türleri hızlı bir tempoyla yok oluyor…

Ve insanlar ahmakça ‘Tüketiyorum, yok ediyorum; öyleyse varım’ diyor…

İvedilikle yapılması gereken, insana, topluma, doğaya zarar vermeden, yaşamın temelini aşındırmadan yol alamayan kapitalist vahşet düzeninden çıkmaktır…

Eğer geç kalınırsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir…

Gerçek durum böyle ama ‘yeryüzünün efendileri’ ve siyasetçi erbabı başka şarkılar söylüyor, başka şeylerin peşinde…

Siyaset, şeylerin gerçeğine dokunmuyor, teğet geçiyor.

Bu netameli süreç, bu kör gidiş ancak radikal bir paradigma değişikliğiyle durdurulabilir…

Velhasıl, insanlığın ve uygarlığın geleceği vakitlice aracın rotasını değiştirebilmeye indirgenmiş bulunuyor…

Değiştirmek için de anlamak gerekiyor…

İşte bu nedenle de entelektüel etkinlik, eleştirel düşünce hayati önem taşıyor…

Boşuna ‘anlamak aşmaktır’ denmemiştir…”