Mesut Akça


HER ŞEY ÇOK MU aaa-NORMAL?

Anormal durumların normal; normal olanların anormal karşılanması üzerine hiç düşündünüz mü?


Günlük hayatımızda karşılaştığımız hatta bizatihi yaptıklarımızın ne kadarını doğru değerlendiriyoruz? Bir olay veya olgunun normal ve anormal olma durumu, beklentilerimizle birlikte onu algılama biçimimizle alakalı değil midir?

Bu durumda, algımızı oluşturan görsel, işitsel, duyuşsal ve zihinsel gelişimimizle birlikte yetiştiğimiz sosyo-ekonomik çevrenin de katkısıyla ölçütlerimizi belirliyoruz. Bu çerçevede; doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, yalan-gerçek gibi daha nice somut ve soyut odaklı değerlendirmeler yapıyoruz. Tartışma ve uzlaşma kültürünün temelini de bunlar oluşturmaktadır.

Bir çelişkiler yumağı oluşması adına bir araştırma yapılsa, bu konuda ülkemizde ciltler dolusu kitaplar yayınlanır. Günlük yaşamda karşılaştığımız birçok davranış ve uygulamanın anormal olduğu hâlde nasıl da normalleştiğine şahit oluruz. Benzine, mazota, temel gıdalara hemen her gün zam yapılması normaldir. Hemen herkesin sokağa çöp, izmarit atabilmesi de normaldir. Her araçta okkalı bir sopa bulundurmak da anormal değil. Düğünlerde, asker uğurlamalarında korna çalıp yol kesmek ve de havaya silah sıkmak da yadırganmıyor.

Daha bitmedi tabii ki… Çocuk yaşta kızların satılması, evlendirilmesi ve imamların nikâhıyla tasdiklenmesi de normaldir. Hele kaba ve küfürlü konuşmayanı yadırgayan bir anlayışın yaygın olması bile normal. Havamızın, suyumuzun, toprağımızın ranta kurban edilmesi de etkilemiyor bizi. Siyasilerin iki dudağı arasında özgür yaşadığını düşünmek de normal. Her an herkesin terörist ilan edilebilme potansiyelinin olduğunu bilmek de normal geliyor artık.

Yaşadığımız bu durumun alışılagelmiş boyutlarının dışında görülmesini, anayasamız bağlamında da söylemek mümkündür. Hemen her şeyin üstünde olarak değerlendirilen hukuk devleti ilkesini dahi ayak altına almaktan geri durmadığımız aşikârdır. Verilen kararların, ilgili kesimlerin çıkarları doğrultusunda verilip verilmediğine göre normal ve anormal karşılanmaktadır.

Ülkemiz hukuk sisteminde belirgin bir kriterin oluşmaması, “Burası Türkiye arkadaş, bizi AHİM kesmez.” kabadayılığından anlaşılmaktadır. Bazı durumlarda kendi içimizdeki alt mahkemelerde benzer külhanbeyliğini, kendi üst mercii olan AYM’ye yapma kudretini gösterebiliyor. Böylece anormal olan şeyler, ülkemizde normal kabul edilmeye başlanıyor.

İçtihat denilen gayriresmî bazı uygulamaların, kanunlarımızın önüne geçtiği haller yok değildir. Bu durumların günlük hayatımızda hangi noktalara ulaştığını tahmin edebilirsiniz. Sıradan bir memurun, işçinin, köylünün, esnafın; hemen hemen her kesimden insanın kendi iş ve işlemlerinde oluşturup da uyguladığı içtihatlar vardır. Kimi adına “racon”, kimi “töre”, kimi de “din” adını takmıştır. Hukuku kendine uydurma çabası neticesinde, anormallerin normal; normallerin anormal olma adımları atılmıştır.

Birçok bölgenin, birçok kurumun, derneğin, vakfın, şirketin, grubun; “Burada işler böyle yürüyor; eski köye yeni adet getirmeyin; buranın ağası da paşası da biziz, rüzgârı eser.” Bu tutumu yakıştırmadığımız en temel kurum ise maalesef üniversitelerimizdir. Bilimin, bilginin zirvesidir yani en tepe noktadır. Ülkenin beynidir. Uzuvların koordinasyon merkezidir.

Çürümenin nereden başladığı ve nerelere kadar uzadığının en önemli göstergesidir üniversiteler. Bilim dışı her uygulamayı reddeder. Mantıksal ve matematiksel hesaplamasını yapmakla yükümlüdür. Varlığının temelini ilke ve prensipler oluşturmaktadır. Bu kurumların personel ve akademisyen ilanlarındaki liyakat kriterleri alkışı hak ediyor. YÖK’ün yaklaşımını, rektör atama sisteminin demokratik yapısını da unutmayalım. Bilimin ışığında 21. yüzyıldaki üniversitelerimizin hareket ettiği ilke ve prensiplerinin ulaştığı vizyonu anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalmaktadır. Bu da normalimiz olmuştur artık.

Gelenekçilik anlayışıyla hareket etme alışkanlığını, kutsal bir yapıya sarıp sarmalayarak çeşitli davranışlar geliştirmeyi başarmışızdır. Bunu da mantık dışı dahi olsa normal kabul etme kolaycılığı ve alışkanlığını; çıkarcılığımızla perçinleyip yaygınlaştırmayı başarabildik. Bu tutumumuzun halkımız tarafından da benimsendiğini görmek sevindiricidir.

İlk zamanlar anormal kabul edilen tutum ve davranışların, mantığa büründürme çabasıyla süslenerek toplumun en alt tabakasından en üst tabakasına kadar normal algılanması sağlanmıştır. Bunun en sık karşılaşıldığı alan ise siyaset alanıdır. Siyasetin içinde olmaması gereken ne kadar ahlak dışı, etik dışı, yasa dışı, insanlık dışı iş, işlem ve içtihat varsa, kabul edilebilir noktasına ulaşmıştır. Bu da hayatımızın normali hâline gelmiştir.

Hangi çağda olduğumuzun, çağın gereğinin ne olduğu ve neler yapılması gerektiği kimsenin merkeze aldığı bir tutum değildir. Sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki ilişkiler ağının, örümceğin ördüğü mükemmel ağlar kadar düzenli ve nitelikli değildir. O kadar karmaşık bir yapılanma geliştirilmiştir ki çözülmesi imkânsız hâle gelmiştir. Aynı olayda hem haklı hem de haksız olabileceğin bir durum yaratılmıştır.

Sorumluluk almaktan kaçmak neredeyse millî sporumuz olmuş. Öyle ki bazılarımız bu konuda altın madalya alacak kıvama gelmiş. “Hata bizde mi? Yok canım, sistem bozuk. Hep başkaları yaptı, biz sadece oradaydık.” Hatta öyle zamanlar oluyor ki, suçu üstlenmemek, olaya-olguya-duruma şahit olmamak, bön bön baktığımızı anlatabilmek için öyle ustaca manevralar yaparız ki dışarıdan izleyen biri sanır ki kırk yıllık satranç ustası…

Ama işin aslı şu değil mi: “Ben masumum, bu işten zararsız, ziyansız nasıl sıyrılırım?” kalkanının arkasına sığınmak… Bir de öyle laflar ederiz ki, üfff! Sadece bizi değil, bizim gibi davranan herkesi yücelterek insan sınıfına sokuyoruz. Böylece etrafta ne kadar sönük, sünepe, korkak varsa hemen hepsi rahat bir nefes alıyor. Her şey bir anda normalleşiveriyor. Böylece suç da sorumluluk da buharlaşıyor; havaya karışıyor, sonra hep birlikte gülücükler eşliğinde soluyoruz.

Peki, bu “toplu masumiyet” sendromunda kimse hatasını kabul etmiyor; çünkü hepimizin elinde bir “Ben ne yaptım ki?” kartı var. Oysa ortada düzeltilmesi gereken bir dünya dolusu sorun var, ama çözüm arayan kimse yok. Herkes seyirci tarafında kalmanın derdinde, kimse oyuncu değil.

Bir iş ters gidince de hep aynı cümle: “Ben elimden geleni yaptım.” Hayır, yapmadın. O elini biraz kıpırdatsaydın, belki bir şeyler değişirdi. Ama ne güzel değil mi? Elimizi vicdanımıza koymadan her şeyi kadere, sisteme ya da “ötekilere” yüklemek, tam anlamıyla bir kaçış planıdır.

Oysa kimsenin bizi sorgulamadığı anlarda bile, içimizde bir ses çıkıp “Acaba ben de mi biraz bulaştım bu işe?” diyebilmeli. Bu sesi susturmak kolay, ama duymak insan yapar. Belki de toplumca bir adım ileri gitmenin ilk koşulu, kimse bakmıyorken de dürüst olabilmekten geçiyor. İşte o zaman biyolojik insan, gerçek insana dönüşüyor. Belki de toplumca bir adım ileri gitmenin ilk koşulu, kimse bakmıyorken de insan olabilmekten geçiyordur.

Birçok insan olayları görüyor, duyuyor, hatta bir nebze anlayabiliyor ama bunları dile getirmekten çekiniyor. Oysa görmekle anlamak arasında nasıl bir fark varsa, anlamakla dile getirmek arasında da büyük bir mesafe var. Çünkü susmak bazen tarafsızlık değil, bizzat taraf olmaktır. Hele ki toplumda yanlış giden şeyler artık sıradanlaşmış, değer erozyonu “normal” kabul edilmişse, suskunluk bu çürümüşlüğe zemin hazırlar. İşte tam da bu noktada konuşmak, ses çıkarmak, “Bu gidişat doğru değil.” diyebilmek çok daha anlamlı hâle gelir.

Toplumda haksızlık karşısında susmanın, kabullenme anlamına geldiğini unutuyoruz. Oysa dil, sadece iletişim aracı değil, aynı zamanda bir duruşun, bir vicdanın dışavurumudur. Eğer temel ahlaki ve insani değerler erozyona uğruyorsa ve biz hâlâ susuyorsak, bunun bedelini sadece bugün değil, yarın da öderiz. Konuşmak; doğru bildiğini savunmak, hatayı işaret etmek, vicdanı diri tutmaktır. Ve evet, bazen dünyayı değiştiren şey bir kişinin susmaması olur.

Hayatımızın merkezinde olan, gelenekselleşmiş; bir bakıma kemikleşmiş nice uygulamanın, kanunlara hatta anayasaya rağmen hatalı ve yanlış olarak bilimsel düzeyde de sonuçlanmış, mantığa aykırı olsa da devam etme, ettirme ısrarını anlamak samimiyetsizlik değil midir? Yüce, ulu, ermiş bilgelerimizin yaşadıkları ve öğretileri, çözüm yolları; dünyayı algılama biçimleri ve uygulamaları şimdiye kadar yolumuzu ne kadar aydınlattı? Bizler bu sulardan ne kadar içtik?

Yaşadığımız gerçekler samimiyetle yoğrulduğunda acıtır. Gelgelelim hakikat yolculuğuna çıkmaktan sakınan, bunları araştırmamak, öğrenmemek için çırpınıp duran, bunun acısını hissetmemek adına uzak kalan nice bilinçli, saygın entelektüel yönümüze… “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” desturu en yakınımızdaki büyüklerimizden; annemiz, babamız, dedemiz, nenemiz ve daha nicelerinin yaşam sevincine mal olmadığını mı sanıyorsun? Hele bin yıllardır kız çocuklarımızın doğumundan ölümüne kadar bir kamyon safsata salatası ile yoğrulmuş beyinler tarafından nasıl kullanıldığını, anlatılmaz acılar çektirildiğini, yaşam hakkı tanınmadığını; söz söyleyemediği, kutsal atfedilen normlar tarafından nasıl da normalleştirildiğini anlamak o kadar mı zordu? Zorbalık kolay lokmadır, çabuk çiğnersin. Düşünmek kadar yormaz insanı.

“Çalıyor ama yapıyor” anlayışıyla yapılan sohbetleri dinlemedik mi yıllardır? Rüşveti, adam kayırmayı, yandaşlığı, adiliği normal veya kabul edilebilir olarak görmedik mi yıllardır? İlkesizlik, iliklerimize kadar işlenmiştir artık. Bulaşıcıdır. Aşısı da yoktur. “Burası Türkiye arkadaşım.” sözünün ardında saklıdır tüm ahlaksızlıklar. “Bana daha fazla soru sorma işte.” demenin en duru hâlidir. Burada selamından bile yerin, yurdun belirlenir. Bazen doğduğun yer, esmerliğin, konuştuğun dil, inancın bile linçe uğramana hatta yakılmana yeterli gelir.