Doğmak, yaşamak ve ölmek tüm canlıların ortak kaderidir. Bu üç milyonluk tarihte ölen tüm canlıların mutlaka bir ölüm sebebi olmuştur.
Din, dil, mülkiyet, bilim savaşları, soykırımlar, iktidar, gelenek, görenek, namus kavgaları, hastalık, salgın ve yaşlılık derken ölümden kurtulan olmamıştır.
Öldürenler ile öldürülenler yan yana, koyun koyuna yatmışlardır.
Yatmaya da devam ediyorlar.
Tüm evren karşısında bir çakıl taşı kadar büyüklüğü, hacmi olmayan bu dünya böyle bir yer işte…
Din, ölüme “kader”; bilim, ölüme “biyolojik ömür” dese de, sonuçta “ölüm” kaçınılmazdır tüm canlıların hayatında.
Ah! Duygular, aşklar, sevdalar, tutkular, kıskançlıklar, hasetlikler, ihanetler, kalleşlikler, nankörlükler, sadakatler, arkadan hançerlemeler, birbirlerini beş kuruşluk dünya uğruna satmalar, bağlılıklar, acı, keder, gözyaşları ve doyumsuzluklar insan doğasının birer parçasıdır.
Mal, mülk, statü mücadelesi de insanın doğasını bir sincap gibi kemirir ve insanlığa dair tüm hasletlerini de yok eder.
İnsanı insan olmaktan çıkarır, vahşi bir hayvan hâline getirir; tıpkı yazarın “Cahil bir insan, muhteşem bir köle, vahşi bir hayvandır” dediği gibi…
Bir bilim insanı, “İnsan sosyal bir hayvandır” der; başka bir bilim adamı, “İnsan, aslında vahşi bir hayvandır. Onun yontulmuş hâline uygarlık diyoruz.”
Bir başka bilim adamı ise, “Tanrı’ya karşı gelmeyeceğimi bilseydim, tüm insanların şeytan kılığına girmiş varlıklar olduğunu söylemeyi göze alırdım” der.
Kur’an ise insana “eşref-i mahlûkat”, yani yaratılanların en şereflisi der.
İşte insan bu…
Bütün bu güvensiz, kırılgan, ipe bağlı yaşamda insanın bu dünyada yaşayabileceği tek güvenli limanı var, o da anne kucağıdır.
Tek güvenli limanın anne olmayınca, yaşadığın tüm hayat titrek bir mum alevi gibi cayır cayır ve yavaş yavaş yakıyor yüreğini.
Tıpkı her 11 Temmuz geldiğinde “annesizliğin” yüreğimi yaktığı gibi…
Sersem bir mayın gibiyim, dengeyi sağlayamıyor, olmayan aklımı da toparlayamıyorum. Sofrayı hazırlarken bile şekeri unuturum, şekeri alır, bu sefer kaşığı unutuyorum.
Yani sofram da benim gibi paramparça oluyor...
Sonra boncuklar başlar sağdan soldan akmaya; lokmalar boğazımda düğüm düğüm olur, boncuklarla yutkunur, yutkunarak yutarım lokmalarımı.
Kimse de beni ayıplamasın, zordur “annesizlik”…
Temmuz ayı boyunca, doğduğum günden annemin hayata gözlerini yumduğu güne kadarki tüm anılar, teker teker gözlerimin önünden bir ok gibi geçer ve yüreğimden deler.
Zaten anılar bir kılıç gibidir; kınından çıkardığınız zaman ya kendini ya da sahibini vurur.
Yüreğin dikenli tellere takılmış gibi kan revan, yara bere içinde kalırsınız.
Benim “annesizlikten” her zaman kaldığım gibi…
Hani düşersin, kalkarsın; yine düşer, yine kalkarsın. Düşmek de önemli değil, önemli olan düştükten sonra şahsiyetinle ayakta kalabilmendir.
–Ki ben çok düştüm, düştüğüm yerden savaşarak ayağa kalkmaya çalıştım. Bana mısın demedim. Yaşamım boyunca hiçbir namerde, hiçbir zalime de boyun eğmedim.
Savaşmayı ve mücadele etmeyi severim. Nice ihanetleri, arkadan vurmaları, kalleşlikleri, iyi günümde eş dost, en yakın bildiklerimin düştüğümde en başta onların tekmelerini yediğimi gördüm.
Yardır, dosttur, kıyamadıklarım, “acır” dediklerim bazen iki cümleyle beni paramparça etmişlerdir.
Hani yüreğine ok saplanan kartala sormuşlar:
“Niye o kadar üzgünsün?” diye.
Kartal; “Ben yüreğime saplanan oka üzülmedim. Okun ucunda gördüğüm kardeşimin tüyüne üzüldüm” der ya, işte öyle…
Ama tüm bunlara rağmen gereksiz, üzüntü veren her şeyi çıkardım hayatımdan.
“Yalnızlık”, gereksizlerle zaman harcamaktan daha değerlidir.
“Osuruktan teyyare, selam söyle o yâre” gibi sahte sevgi, aşklarla ve dostluklarla işim olmaz. Belki yaşananların/yaşatılanların ve yaşın verdiği acı ama kıymetli bir derstir benim için.
Seviyorum yalnızlığımı…
Özel yaşamımda sayıları az ama birbirinden değerli, pırlanta gibi dostlarım var. Onlara da minnettarım, beni hiç yalnız bırakmadıkları için. Ben hata yaparım, çocuk gibi küser-darılırım ama onlar beni bırakmazlar. Hatalarımla, eksikliklerimle, deliliklerimle sever, katlanırlar. Vazgeçmezler benden.
Ama işte baş edemediğim tek şey “annesizlik”tir…
Çünkü bir kez “annesiz” kaldın mı, bir daha asla bir anneye sahip olamazsın. Son nefesine kadar “anne” diye sayıklarsın.
Küçükken annem; “Kadın gider gelir, çocuk gider gelir ama anne baba gitti mi, bir daha gelmez” derdi.
Çocukluk aklımla sorgular, anlamaya çalışırdım. Öyle ya, küçükken bize “İnsanlar öldükten sonra Kaf Dağı’nın arkasına gider” demişlerdi. Dağın arkasına giden, yine gelir diyordum.
Çocuktum işte…
Ta ki altı yaşındayken babamın Kaf Dağı’nın arkasına gidip bir daha gelmediğini anlayana kadar…
Anladım ki; Kaf Dağı’nın arkasına gidenler bir daha geri gelmiyormuş.
Geri dönüşü olmayan bir yoldur “Kaf Dağı…”
Babamın mezarına kürekle toprak atanlardan nefret ediyor, kızıyordum ama küçük ve güçsüzdüm. Sonra küçük küçük taşları boydan boya döşediler. Çamurlu toprakta, dondurucu buz gibi soğuk havada “Hadi eve gidelim” dediler.
İyi ama babamı bırakıp nereye gidiyoruz, diyemedim çünkü “Kaf Dağı’nın” neresi olduğunu anlamıştım.
Sonra annemin uzun fistanından tuttum;
“Ana, sen de Kaf Dağı’na gitmeyeceksin, değil mi? Değil mi anne?” diye ısrarla sordum.
Acı bir tebessümle; “Bênamus, elimde değil ki; günü gelen, Fahrê Âlem’in (Allah’ın) yanına gider” dedi.
Annemdir diye demiyorum, Peygamberler Şahı Koca Resûlullah (a.s.)’ın torunuydu.
Muhteşem bir imana, peygamber ahlakına sahip bir kadındı annem.
Çoğu zaman delice takılır, güldürürdüm. Zaten bana “Yeminle beş kuruş aklın da, beş kuruş paran da yok” derdi.
Haklıydı annem…
Bir gün ona “Ana! Gel seni evlendirelim” dedim. Öyle bir cevap verdi ki, dehşete kapıldım. Anamın muhteşem imanı, sadakati ve sahip olduğu peygamber ahlakı karşısında saygıyla eğildim.
Anam dedi ki; “Bênamus! Ben babanın abdesti üzerinden Fahrê Âlem’in (Allah’ın) yanına gideceğim.”
İşte annem böyleydi.
Hayır anne!
Gitmeyeceksin...
Kaf Dağı’na gitmeni istemiyorum, dedim.
Şefkatle saçlarımı, yumuşacık tüylü bir kadifeyi okşar gibi okşayan annem;
“Ah oğlum! Öksüzlerin şansı olsaydı, annesiz-babasız büyümezlerdi” dedi.
Öksüzlüğün de ne olduğunu bilmiyordum ama annemin de bir gün Kaf Dağı’nın arkasına gideceği korkusunu, yıllar yılı yattığım yastığın başucundan hiç ayırmadım.
Bu korku hep yüreğimin bir köşesinde, bir kor ateşi gibi duruyordu.
Öyle bile olsa, baba ve anne sevgisini sadece ama sadece “annem”de toplayarak mücadele etmeye, savaşmaya devam ettim.
Yıllar sonra o korkumla karşılaştım.
Savaşı, mücadeleyi kaybettim; yenildim, mağlup oldum.
11 Temmuz 2009 saat 09.05’te annem, o çok sevdiği Fahrê Âlem’in yanına gitti.
Sevgili Annem;
Senin tabirinle “beş kuruş aklı ve beş kuruş parası olmayan” oğlunu her hafta ziyaret ederek yalnız bırakmadığını minnet ve şükranla ifade ediyorum.
Sana “hoşça kal” da demiyorum; bilakis, günü geldiğinde görüşmek üzere diyor, Hakk’a giden tüm annelere de rahmet ve mağfiret diliyorum, güzel annem…