Kader mi, inanmalı; kadersizliğe mi, yanmalı? Fakirlikten nasıl kurtarılır, çıkılır, sıyrılınır? Bunu en başında çalışanlar, işverenlere sormalı bence. Onların ne cevap vereceklerini çok merak ediyorum. Veremeyecekleri tek cevabın ise “Burada çalışmak…” olduğunu çok iyi biliyorum. Karl Marx demiş ki:
“Yoksulluğu azaltmadan zenginliği artıran toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir.”
Eee, biz de soralım: Bu çürümüşlüğün farkında mıyız, yoksa üstüne alın terimizden parfüm mü sıkıyoruz?
Fakirlik... Ahh fakirlik! Hani şu dillerden düşmeyen ama sofralarda, ortamlarda pek yeri olmayan, hemen hemen kimsenin üstlenmediği, üstlenmekten imtina ettiği kelime. Kimi zaman bir sessiz çığlık gibi, kimi zaman da kulağımızı tırmalamayan bir fısıltı gibi aramızda dolaşıyor. Uzakta birileri için konuştuğumuz, belki birkaç yardım kolisiyle vicdanımızı rahatlattığımız bir kavram. Ama içinden geçenler için öyle dışarıdan görüldüğü kadar şiirsel değil. Kimileri hâlâ sabır, kanaat, tevekkülle süsleyip raflara kaldırıyor fakirliği.
Fakirlik, aslında toplumun ve bireyin zihin haritasında yeniden çizilmesi gereken dev bir kara bölge. Yani sadece cebin boş olmasıyla açıklanamayacak kadar geniş bir mesele. Çünkü fakirlik, sadece parasızlık değil; ruhsuzluk da getirebiliyor. İçini boşaltan, umutlarını törpüleyen, yaşam enerjini yiyip bitiren görünmez bir canavar. Bir de şu içsel çöküş meselesi var tabii. Fakirlik dediğin şey, sadece çorba kaynatamamak değil; hayal kuramamaktır da. Öyle bir noktaya gelirsin ki, en küçük isteğin bile lüks muamelesi görür. Bir tatil hayali kurmak bile “Sen ne sanıyorsun kendini?” bakışlarıyla gölgelenir. Üstelik bütün bunlar olurken hâlâ "Bu bir sınavdır" diyenlerle çevrilmişsindir.
Ve sonra bir de “elleri açmak” var. Yardım istemek, göz göze gelmeden. Onuruyla çaresizliği arasına sıkışan o ince çizgide yürümek... Fakirlik; sadece ay sonunu getirememek değil, kimliğinden de uzaklaşmaktır. Bir gün kendine bakarsın ve “Ben kimdim?” dersin. Cevap gelmez. Çünkü cevap, aylardır geciken faturaların arkasında kalmıştır. Fakirlik ne kutsaldır ne de romantiktir. Ve ne yazık ki bazı sistemler onu hâlâ vitrinlerde süs eşyası gibi gösteriyor. Oysa gerçek dünyada fakirlik; kokusunu kimsenin almak istemediği ama birçoğunun içinde yaşadığı görünmez bir yangındır aslında.
Toplumda yıllardır süregelen bir ezberlerden de kurtulma vakti çoktan geldi. “Fakir ama gururlu...” Yok ya! İnsanda gerçekten onur ve gurur bıraktığını mı sanıyorsunuz? Her türlü ahlaksızlığa kapı araladığını bilmiyor muyuz? Ama ilk duyduğunuzda kulağa hoş geliyor. Fakirliği yetinmekle, sabırla süsleyip vatandaşa kutsanmış altın tepside sunan bir hava yaratıyor. Oysa işin gerçeği bambaşka. Fakirlik, kişinin sadece parasızlığı değil; aynı zamanda hayattan, imkândan, nitelikli yaşamdan uzaklaştırılmasıdır. Ben çalışıyorum. Sabahın erken saatinde kalkıp işime gidiyorum, emek veriyorum. Buna rağmen hâlâ temel ihtiyaçlarımı karşılamakta zorlanıyorsam, burada problem benim emeğimde değil, sistemin ta kendisindedir.
Fakir-zengin, parası olan-olmayan ayrımının en spesifik örneğini bir okul gezisinde karşılaştığım durumla ifade edeyim: Türkiye’nin en büyük çocuk eğlence merkezi olan Vialand’da çocuklar arasında dahi özel statüler oluşturulmuştur. Çağdaş toplumlarda zengin-fakir ayrımı yapılmayan, gelişmişlik göstergesi olarak belirlenen eşitlik ve adalet duygusunun içselleştirildiği “sıra bekleme” olayı kaldırılmış; özel geçiş alanları oluşturulmuştur. Ekstra para veren çocuklar, diğerlerinden farklı olarak eğlenceye, rahata, konfora daha çabuk ulaşabiliyordu. Bu durum bir öğretmen olarak beni fazlasıyla incitti. Çocukların kendi içerisinde sınıf ayrımına yöneliyor olması; ayrışma ve ayrıştırmanın çocuklara kadar indirgenmiş olması, toplumumuz adına üzücü bir durumdur.
Artık şaşırmadığımız yoksulluk, öyle bir hâl almış ki zenginliğin parıltılı gölgesi altında sıradan ve doğal kabul edilmektedir. Burada bir parantez açmak gerekirse, bahsettiğimiz durum; çalışmayıp da fakirlik yaşayanlar veya işsizlik yaşayanlar değil; çalışarak, alın teri dökerek temel yaşam standartlarına ulaşamayanlar kastedilmektedir. Kültür ve sanat zaten lüks. Fakirler için erişilemez bir konfor. Oysa kültür, sanat, estetik; bir toplumun can suyudur. Ama birçoğu için bunlar hep “gereksiz”, “ikincil” şeyler olarak görülüyor. Kaliteli yaşamak, nefes almak, özgür düşünebilmek, zenginlere mahsus bir ayrıcalık gibi sunuluyor.
Fakirlik, sadece yokluk değil; aynı zamanda sınırlanmak, dışlanmak, zorunlu istemeden küçülmek demektir. Herkesin hakkı olan kültür-sanat, duygu ve ruh dünyamızın vazgeçilmez besinidir. Bu unsurlar, her bireyin eşit derecede faydalanması gereken en temel haklar arasında yer almalıdır. Ancak ne yazık ki, modern toplumda bu temel haklar, sadece belirli bir azınlığın erişebildiği ayrıcalıklar hâline gelmiştir. Fakir bir ailenin çocuğu için deniz kenarında bir tatil düşüncesi şöyle dursun, basit bir tiyatro ziyareti, sinemada bir film izlemek ya da dışarıda sıradan bir yemek bile toplumun gözünde büyük bir lüks olarak nitelendiriliyor. Ancak bu tür deneyimlerin ulaşılabilirliği, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürmenin ayrılmaz parçaları olmalıdır.
Fakirliğin telkinlerle alın yazısı olarak kabul ettirilmesi, öğrenilmiş ve de dayatılmış çaresizliğin bir göstergesidir. Gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Evet evet, fakirliğin tanımını yeniden yapmalıyız; kaliteli beslenemiyorsak, iyi tedavi olamıyorsak, kalabalık kuyruklarda sıra beklemeyi, hor görülmeyi, kimi zaman da azarlanmayı, boyun bükmeyi kader olarak görüyorsak, zihnen de fakiriz demektir. Sözde kafası çalışan insanların gözünde “Neden o geçebiliyor da ben bekliyorum?” sorusunu sormadığı, sormaktan korktuğu, alıştırıldığı bir ayrıcalık düzenidir.
Ahh fakirlik! Yeniden tanımlanman gerekiyor. Eğer bir insan çalıştığı hâlde temel ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa, bu kişi fakir sayılmalıdır. Fakirliği yalnızca para üzerinden değerlendiremeyiz. Yeme, içme, barınma, ulaşım, sağlık hizmetlerinden yararlanma ve kültürel etkinliklere katılım gibi unsurlar da bir bireyin yaşam standardını belirleyen önemli faktörlerdir. Çalıştığı hâlde yoksulluk içinde yaşayan insanların bu durumu normalleştirilmemeli, övülmemeli. Bir sistem, çalışanlarını aç bırakıyorsa; çözüm sadece yardım paketleriyle sınırlı kalmamalı, o sistem köklü bir şekilde sorgulanmalıdır. Bu yüzden fakirlik, ne gurur kaynağı ne de kabullenilmesi gereken bir kaderdir.
Fakirlik, derin bir sosyal yara ve utanılması gereken bir düzendir. Buna karşın onu kutsallaştıran dini söylemlerin ardına saklanan sistem bezirgânları da işini çok iyi yapıyor. Hani İstanbul’da öldürülen Ramazan Hoca’yı hatırlıyor musunuz? Diyarbakırlı, maddi yönden fakir bir din adamıydı. Hem çay ocağı işletiyordu hem de din hakkında konuşuyordu. Çok ilginçti: Dini bilgisi olup da fakir bir hayat sürmek... Onu diğer zengin cemaatlerden ayıran en önemli özellik, dinini sadece para, mal karşılığında değil, gerçekten ihtiyaç duyanlara bedava anlatıyor olmasıydı. Onun din anlayışında, zengin olmak ve dini metaya dönüştürmek yoktu. Ramazan Hoca’nın yaklaşımındaki din, bir iş ya da kazanç kaynağı değil; bir yaşam biçimiydi. Dinini para kazanmak için kullanmak yerine, insanlar için bir rehber olarak paylaşıyordu. Ve işte bu, Ramazan Hoca’yı cemaatlerin, tarikatların ve diyanet sisteminin dışına itmişti. O, dinini satmamayı, halkına gerçek anlamda yardım etmeyi seçmişti.
İşin kötüsü, dünya ölçeğinde dindar devletlerin, cemaat ve tarikatların gözle görünür şatafat içindeki yaşam tarzları; dini yalnızca güçlülerin ve varlıklı kesimlerin ekonomik çıkarlarına hizmet eden bir meta hâline getirmeleri, kutsal samimi maneviyat çerçevesinin özüne uymadığı gibi, hem dine hem de onun gerçek inananlarına büyük bir haksızlık yapmaktadır. Din, zengin ya da fakir ayrımını reddeden, bu uğurda mücadeleyi destekleyen, fark gözetmeksizin herkesi kucaklayan kapsayıcı bir değer olarak yerini almalıdır. Fakat bu anlayış ne yazık ki gün geçtikçe daha çok yüzeysel materyalizme kurban edilmektedir.
Bu noktada şu soru kaçınılmaz: Özellikle inanç önderleri tarafından dile getirilen “Fakirlik bir sınavdır.” söylevi, bu sınavın adil olduğunu düşündürüyor mu? Çünkü bu sınavın cevap anahtarı, doğuştan bazılarının eline veriliyor. Ve bizler, bu düzenin alkışlayan seyircisi miyiz? Gerçekten fakirliğin ne zaman bir övünç ya da alkış konusu olmayacağını anlamaya başlayacağız? Fakirlik, kutsanacak ya da gurur duyulacak bir durum değil; tam aksine, insanın utanabileceği, toplum içinde sıkıntı yaşayabileceği bir durumdur.
Bu konu yalnızca maddi sıkıntılarla sınırlı değildir; fakirlik, aynı zamanda bireyin duygusal zayıflıklarını ve sosyal bağlamdaki yalnızlığını da derinleştiren bir boşluktur. İnsanların gözünde değer görememek, saygı duyulmamak da bu eksikliklerin önemli bir parçasını oluşturur. Evet evet, fakirlik utanılacak bir şeydir. Belki de düzene karşı ilk cümlemiz bu olmalı. Çünkü çoğu zaman bize bunun aksini söylediler. Fakirliğin sabırla, kanaatle, tevekkülle bezeli bir yücelik olduğunu öğrettiler. Oysa gerçek bambaşkadır; fakirlik, ezikliktir. Nimetlerden uzak kalmaktır, iyiye güzele kaliteliye çoğunlukla ulaşamamaktır. El avuç açmaktır, bazen de utanarak, sıkılarak istemektir. Ezilmektir, boyun bükmektir. Hatta daha da ağır olanı; aklını, fikrini, kimi zaman da bedeninin yanında onurunu kiralamak, bazen de satma noktasına gelmektir.
Fakirlik, az şeye sahip olmak demek değildir; asıl fakirlik, sayısız ihtiyacın eksikliğini hissetmektir, der Kazım Karagöz. Yetinmek ise çoğu zaman hak ettiğinden fedakârlık etmektir. Bu da bazen kutsal bir anlayışla yoğrulup gerçekleştirilen bir vazgeçişi ifade eder. Ancak burada bir sorun ortaya çıkar: Peki ya diğerleri? Eşitlik ve adalet nerede? Bunları kim sağlayacak? Neden hep “sen” yetinmek zorundasın? Yetinmek, sanki bireysel bir tercih değil, mecburi bir sorumluluk hâline gelmiş gibi görünmüyor mu?
Alın terinin karşılığı fakirlik olmamalı; insana yakışır bir hayat sürmek, erteleyebileceğimiz veya birilerinin insafına bırakılabilecek bir anlayışın çok çok ötesindedir. “Çalışıyorum ve fakirim.” Bu cümle aslında her şeyi özetliyor. Çünkü fakirlik sadece tembellik ya da işsizlikle açıklanamaz. Fakirlik, çoğu zaman çalıştığın hâlde karşılığını alamamaktır. Kaliteden yoksun kalmaktır. Kötü beslenmek, iyi tedavi olamamak, sıra beklemek, beklerken azarlanmak, hor görülmek… Fakirlik, sosyal hayatta sürekli bir eksiklik duygusudur. Ve kim ne derse desin; kutsal değil, utanılacak bir şeydir.
Fakirlik övülmez. Fakirlikten utanılır. Hele de alın teriyle doğru dürüst çalışılıyorsa… Ama bu utanma, fakirin değil; bu düzeni kuranlarındır. Eğer bir insan çalıştığı hâlde hâlâ geçinemiyor, hâlâ destekle ayakta kalıyorsa, işte sorgulanması gereken tam da burasıdır. Çünkü gerçek adalet, çalışanın alnının teriyle huzurlu bir yaşam sürebildiği bir düzende mümkündür. Evet, ayarlarımız tutmuyor, kanıksadığımız bir yaşam sürüyoruz. Bize reva görüleni başımızın üstüne koyup büyüklerin ellerinden öpüyoruz. Belki de yüzleşmemiz gereken cümleyi Che Guevara’dan duymalıyız:
“Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar; bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise bana komünist diyorlar.”
Mesela neden yokluk ve yoksulluk altında birleşilmiyor? Çünkü buna merkeze alınmış ciddi bir mücadele alanı olarak değer atfedilmiyor. Zengin sınıfında nitelenenlerin buna dair bir ayrışması söz konusu değildir. Onların yoksullukla mücadele gibi bir dertleri hiç olmamıştır. Fakir sınıfının oyalanacağı argümanları hep canlı tutmaya özen göstermişlerdir. Bunların başında da kaygıları diri tutan, tüm enerjilerini dini ve ideolojik saplantılara ayıran yoksullar, yokluk ve yoksulluğa dair mücadeleyi her zaman ötelemiştir.
Yoksulluğun çözülmesi, kültür ve medeniyete dair bilinci ileri boyuta taşıyacak bir kapıyı aralayacaktır. Bu da peşinden safsatalarla dolu bir yığın inanç ve ideolojinin ortadan kaybolması demektir. Peki, bu kimin veya kimlerin işine gelmeyecektir? Çoğumuzun bildiği ancak dile getirmediği bu kapitalist yapılanmaya karşın, işkenceyle öldürülen Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist'in kurucusu İbrahim Kaypakkaya’nın
“Tüm kavga, yoksul-zengin kavgasıdır. Kimden olursa olsun bütün yoksulların birleşmesi şarttır,”
sözü, ideoloji ve inançlar üstü bir yaklaşımın temelini oluşturmalıdır. Bu temel üzerine siyasetin oturtulması şarttır.
Her seçim döneminde anlatılan ideolojik korku ve kaygı hikâyeleri nedeniyle yıllardır samimi düzeyde çözüm aranmayan ve de bulunamayan yoksulluğun çaresini yine yoksul yaşayanlardan başkası çözemeyecektir. Karl Marx’la başladığımız fakirlik serüvenini Lev Tolstoy’la bitirelim:
“Hep aynı laflar, aynı düşünceler; her şey koca bir rezilliğin etrafında dönüp duruyor. Hepsi de memnun, hepsi de böyle olması gerektiğinden eminler; ölene kadar da bu şekilde devam etmeye razılar. Ama ben edemem.”