Ne içgüdülerimizden vazgeçebiliyoruz ne de medeni rolleri oynayabiliyoruz. Peki, bu halimizin çaresi kimde? Hekimlerde mi dersiniz? Ah bir reçeteye “şiir” yazabilseler, değil mi? Ama hiçbir zaman olmadı, olmuyor. Hiçbir antibiyotik, ruhumuzun çıkmaz sokağı karamsarlığa iyi gelmiyor. O zaman gözümüzü edebiyata, sanata çevirelim mi, ne dersiniz?
Sanatı çoğunlukla bir senaryo, bir hayal ürünü, eğlencelik bir meşgale ya da aykırı insanların tuhaf dünyalarından ibaret görmeye eğilimliyiz. Oysa sanat, bizi bize en samimi ve çıplak hâliyle yansıtan tek gerçek sahnedir. İzlerken, okurken ya da dinlerken, senaryolar arasına serpiştirilen doğrularımızı bilmiyormuş gibi arar dururuz. İçten içe, orada bir yerde kendimizi bulmayı umut ederiz. Sanat ve edebiyat ise tam bu noktada devreye girer. O soğukkanlı rutinlerin, sabit rollerin ötesine geçme fırsatını sunar bize. İşte bazen bir romanın satır aralarında, bazen bir tiyatro sahnesinde ya da dingin bir melodide kendi gerçeğimizle yüzleşmeyi dileriz. Gerçek bizi yakalayıp karşımıza koyduğunda, sanatçıyı coşkuyla alkışlarız; çünkü kendimizi fark etme şansı sunmuştur bize. Sanat bu yüzden yalnızca bir eğlence değil, derin bir ayna gibidir hayatın içinde.
Çökmekte olan duygu dünyamızda tutunabileceğimiz son dal sanat, hele de edebiyat olacak. İnsan ruhunun iyiliğe, güzelliğe ve derin anlamlara duyduğu özlem, daima edebiyatın bahçesinde karşılık bulur. O bahçede filizlenir, zamanla dallanıp budaklanarak koca bir ağaca dönüşür. Bu ağacın gölgesinde hararetimiz diner, ruhumuz tazelenir ve yeniden can buluruz. İşte o an anlarız ki bir şiirin büyüsüne, bir melodinin ritmine ya da bir tuvalin renklerine sığınmışız. İçimizde saklı duran karanlık, aydınlığa kavuşur. Belki de dünyamız, güzelliğin iyileştirici gücü sayesinde kurtuluşa ulaşacak. Bu güzelliği körükleyecek kıvılcımlar ise sanat ve sanatçıların ellerinde yükselecek.
Offf! Güzelim edebiyat; sözün, sözcüğün bitmeyen armonisi. Bir dokunuşla cenneti de cehennemi de yaşatan sihirli kelime… Onun dünyasında kendini bulmak; orada bir dünya yaratmak veya o dünyaya dalmak, orada yaşamak… Sanki mutlu olma arayışımızın temelinde yatan tüm gerçekliğimiz saklı onda. Hayatta güzele dair ne varsa, su gibi incitmeden, yavaşça duygularımızdan süzülüp düşüncelerimize ne kadar da zarif yol alıyor değil mi? Yumuşacık dokunuyor yüreğimize, şefkati nasıl da ısıtıyor içimizi. Siz de yaşlılığın bilgeliğini, Eyüp’ün sabrını, Ferhat’ın aşkını, ayın, güneşin, yıldızların ışıltısını fark ediyor musunuz onda? Her seferinde yüzümüzde minik bir gülümseme bırakmıyor mu efsunlu rüzgârı?
Hani eskiden analarımız, atalarımız özlemlerini, aşklarını, acılarını, sevinçlerini, gözyaşlarını ilmik ilmik işlediği dokumalara hayranlıkla bakarız. Renklerinde, motiflerinde saklı duyguları hissederek ulaşırız yanık yüreklerine. Bizi zaman makinesinde yolculuğa çıkarır ya, işte öyle bir şey sanatın, edebiyatın sihri. Duygular en saf, en temiz hâliyle dokunur benliğimize. Bizi hayatın keşmekeşliğinden, sıradanlığından bir anda kurtarır. Farklı dünyaların kapılarını açar. Sarsılırız önce, başka türlü yaşarız öfkeyi, özlemi, acıyı, aşkı. İçimizdeki fırtınaları, çağlayanları, depremleri sanatın naifliğiyle dindirirsin; incinsen de incitmezsin, acısa da canın.
Kalemler, fırçalar, notalar, şiirler almalı insanın insanlığı yok ettiği silahların yerini. Kendi savaşını sanatla, edebiyatla, kültürle vermeli devletler. Edebiyatla, sanatla çalınmalı kapılar. Aslında hep hazırdır sanatın, edebiyatın kucağı… Bağrı yanık olsa da daima açıktır, çalmadan kapıyı açar, girersin içeri. Peki ya biz kültürün, sanatın, edebiyatın kapısından girebilir miyiz? Bunu istiyor mu her geçen gün kalınlaşan kafamız… Hayatın keşmekeşliğine rağmen insanlığımızı kurtarabilecek miyiz, dersiniz? Pandora’nın kutusundan çıkan nefretin, kibrin, yalanların, riyanın, hırsların, korku ve kaygıların esir aldığı dünyamızı sarar mı yeniden sanatın, edebiyatın naifliği?
Belki de kararan ruhumuzun kurtuluşu bir dakikanın içerisinde gizlidir. Küçük bir dokunuşta bulabiliriz kararan ruhumuzu aklamayı. Ama istersek tabii… Bir kitabın kapağını açmayı, bir melodiyi dinlemeyi ya da sadece susup bir tablonun karşısında bir dakika durmayı... Sonunda insanlığı teknoloji değil, iyi bir cümle kurtaracak. Seni de, beni de, belki tüm insanlığı da... Ve eğer hâlâ biraz olsun titriyorsa içimizde bir şeyler, umut vardır.
Değil mi ama, başka neyimiz kaldı ki elimizde? Kalın maaşlarımızla mı hayallerimizi gerçekleştirecek, yoksa bol para getirecek yeni girişim fikirleriyle mi aydınlanacak ruhumuz? Hayır hayır, bir resme bakarken içi titreyenler varsa, bir öykü okurken gözleri dolanlar, bir filmde kendini bulanlar... İşte orada hâlâ umut var. Çünkü sanat, bize aslında unuttuğumuz en basit şeyi hatırlatır: “İnsan olmanın” duygusunu. Yani ağlayabilmeyi, utanabilmeyi, utanılacak şeyler yapmamayı…