Cüneyt Alphan


CUMHURİYETİN 100. YILI RAPORU

Bir dostum, TBMM’den emekli daire başkanlığı yapmış, ülke sorunlarına kafa yoran Ali Karamut’a ait bu analiz bana gönderildi. Analizi dikkatlice okudum.


Uzundu ama önemli yerleri de sizlerle paylaşmak istedim.
Yüz yıllık Cumhuriyet’te siyasal alanda yaşananları irdeleyen analiz; İkinci Yüzyıla girerken Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve TBMM’nin işlevini ele alıyor.
Elbette analizin içeriğine katıldıklarımın yanında katılmadıklarım, eksik bulduklarım da vardır. Ama her zaman ifade ettiğim gibi, tüm farklı görüşlere yer vermek ahlaki bir sorumluluk olarak görüyorum.

İşte Ali Karamut’un Analizinin Özeti:

“Meclislerin siyasal bir kurum hâline gelebilmesi için uzun bir süre gerekmiştir. Parlamenter sistem, Magna Carta’dan bu yana, kralın yasama yani yasa yapma yetkilerini az çok seçimden çıkmış bir parlamentoya devretmek zorunda kaldığı noktada doğmaya başlamıştır. Daha sonraları, kralın emrinde çalışan bakanlar zamanla böyle bir parlamentoya karşı sorumlu hâle gelmişlerdir.

Parlamenter sistem yalnız yasama ve yürütme organları arasında sorumluluk ilişkisinin doğmasıyla tam anlamını bulmamış, aynı zamanda yasama organının daha demokratik, daha yaygın bir seçime dayanmasına bağlı olarak gelişmiştir.

Bu nedenle “Parlamenter Sistem” kavramı “Demokratik Rejim” kavramı ile birlikte kullanılır olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde “Parlamenter Demokratik Rejim” gibi tanımlar da sık sık kullanılmaktadır.

Parlamenter sistemin de uygulamada farklılık gösterdiği durumlar bulunmaktadır. Demokratik bir rejimde, bütün yetkileri elinde bulunduran bir parlamentoya dayalı “Meclis Hükümeti” ya da meclisten ayrı olarak seçilmiş bir yöneticinin ağır bastığı “Başkanlık Sistemi” gibi yönetim biçimleri de olabilmektedir. “Meclis Hükümeti”ne örnek kuruluş dönemi iken “Başkanlık Sistemi”ne örnek günümüzdeki mevcut düzene benzer düzendir.

Her ne kadar bu yeni sistemin adı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak ifade edilse de, Türk tipi bir “Başkanlık Sistemi” kurgusu ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir.

Ülkemizde anayasal düzen ve parlamentonun 147 yıllık bir geçmişi vardır.
İlk Osmanlı Anayasası olan Kanun-i Esasi 1876’da kabul edildi.
Anayasada öngörülen meclis için seçimler 19 Mart 1877’de yapıldı ve Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu’nda Meclis-i Mebusan açıldı. 1878’de kapatılan Osmanlı Meclisi, 1 Ağustos 1908’de yeniden açıldı ve 18 Mart 1920’de İstanbul’un İngilizler tarafından işgaliyle dağıtıldı.

Bundan sonra Kurtuluş Savaşı’nı yönetmek ve yeni bir devletin temellerini atmak üzere Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. Bu Meclis hem yasama hem de yürütme görevini birlikte üstlendi. Meclis Başkanı aynı zamanda hükümetin de başı olarak, yani Başvekili sıfatıyla görev yapıyordu. Büyük Millet Meclisi açıldığının ikinci günü Mustafa Kemal Atatürk’ü Meclis Başkanı olarak seçti. Devletin temellerinin ulusal egemenlik esasına dayandığı bir meclis yapısı söz konusuydu.

Milli hakların korunması tezine dayandırılan bu ideolojik hareketin ismi Müdafaa-i Hukuk olmuştur.
Doktrin Milli Hâkimiyet doktrinidir. Gerçekleştirme araçları da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetidir. Bu organ bir yandan bağımsız bir devlet kurmak için girişilen savaşı yönetmiş (İstiklal Harbi), diğer yandan da gelecekteki devletin siyasal ve hukuki temellerini atmıştır. Bu bakımdan tam anlamıyla devrimci ve kurucu bir işleve sahip olmuştur. Ulusal egemenlik ilkesi Anadolu devrimcilerine de tek olumlu çözüm yolu olarak görünmüştür. Bütün devrim belgelerinde bu ilkeyi görürüz: “Ulusu yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

Seçimin yapılması, Meclisin toplanması zorunludur. Böylece millet kendi içinde ve kurtuluşu için örgütlenecektir. Amasya Tamimi’nde, Erzurum ile Sivas Kongrelerinin kararlarında, bütün Müdafaa-i Hukuk dernek ve kurullarının programlarında ve kararlarında bu ilkenin ve uygulamanın istendiğini görmek mümkündür.

Müdafaa-i Hukuk ideolojisi yer yer organlaşmış örgütler tarafından benimsenmiş, başka bir aşamada bu örgüt bölge kongreleri hâlinde toplanmış, üçüncü bir aşamada ise tümü Sivas Kongresi’nde birleştirilmiştir.
Kongreye fiilî bir yasama organı gibi davranılmış, bütün ülkeye yaydığı Müdafaa-i Hukuk ideolojisinin gerçekleştirici organı olarak Heyet-i Temsiliye kurulmuştur. Bu heyet fiilî bir yürütme organı olarak Anadolu’yu yönetmiştir.

Sonraları Büyük Millet Meclisi, kaynağını milletten alan saygın bir kurum olarak benimsenmiştir. Meclis çalışmaları ve devlet yönetiminde 1921, 1924, 1961 Anayasaları temel teşkil etmiştir. Günümüzde çeşitli değişikliklere uğramış olmakla beraber 1982 Anayasası yürürlüktedir.

Tanzimat’tan beri laiklik, hukuk devleti, demokrasi ve milli egemenlik kavramları anayasa hareketlerine paralel bir gelişme göstermiştir. Cumhuriyet rejiminin kabul edilmesi ve daha sonra çok partili dönemin başlaması bu kavramların hayata geçirilmesini sağlamıştır. 3 Mart 1924’te hilafet kaldırılmıştır. Sonrasında kabul edilen 1924 Anayasası, Cumhuriyet’in ilk anayasasıdır.
Laiklik ilkesi, rejimin temel yapı taşlarından biri olarak 1937’de Anayasa’ya eklenmiştir.

UYRUKLUKTAN YURTTAŞLIĞA GEÇİŞİN AŞAMALARI

Osmanlı’dan devralınan kalıt (1876 Kanun-i Esasi): Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan ve devletin egemenliği altında olan kişiler, padişahın kulu ile tebaasıdır.

TBMM Dönemi (1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu): “Temel hak ve özgürlükler’’ konusunda düzenleme içermeyip sadece devletin örgütlenmesiyle ilgili hükümler koymuş olduğundan çağdaş anlamda bir anayasa sayılamaz.

1924 Anayasası ve Sonrası:
1924 Anayasası “Türklerin Kamu Hakları” başlığı altında zamanına göre yeterli sayılabilecek bir içeriğe sahipti. Ancak, 1924 Anayasası’nda yer alan temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerin ekonomik ve sosyal nitelikten yoksun bir altyapıya sahip olması nedeniyle söz konusu hak ve özgürlüklerin “soyut” bir nitelikten öteye gidemediğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu anlayış 1789 Fransız Devrimi’nin özgürlük anlayışını yansıtır. 1789’un “soyut birey” anlayışının yetersizliklerini gidermeye yönelik “somutlaştırma” çabası, “özgün yurttaş” kavramının hayata geçirilerek somutlaştırılmasıdır:
a) Bir toplumu çağdaşlaştırmaya yönelik çabalar,
b) Bireyi özgürleştirmeye yönelik çabalar.

Çok Partili Döneme Geçiş (1945-1950):
Türkiye’yi yönetenlerin cesareti ve kararlılığı, II. Dünya Savaşı sonrası ekonomik koşulların yarattığı iç birikim ve dış etkenler, Türkiye’yi demokratik yönetimin göstergesi olarak nitelendirilen çok partili döneme geçiş kararına taşımıştır.

Çok Partili Dönem (1950-1960):
1952 yılında Türkiye NATO’ya katıldı. Ülke “Küçük Amerika” hayalleri ile ABD’nin kontrolüne girdi.

1960-1970 Dönemi:
1961 Anayasası bireysel hak ve özgürlüklere ilişkin beklentileri karşılıyor, çalışma hayatını düzenliyor, emeğin sermaye karşısındaki konumunu güçlendiriyordu. Üniversitelerde özerklik geniş bir biçimde sağlanmıştı. 1961 Anayasası’nın en büyük şanssızlığı, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi sonrası gündeme gelmesi ve bu dönemin bir ürünü olmasıdır.

1970-1980 Dönemi:
1968 olayları ve sonrası yaşanan toplumsal huzursuzluklar, 12 Mart 1971’de askerî muhtıranın yaşanmasına neden oldu. 1973 seçimlerine kadar süren ara rejim döneminde 1961 Anayasası’nda önemli değişiklikler yapıldı. Değişiklikler, bir tehlike olarak görülen ve gösterilen komünizme karşı dinsel güçlerin üst yapı tarafından desteklenmesi anlamına geliyordu.

1980 Sonrası:
Mevcut iktidarın defalarca değiştirdiği Anayasa, 12 Eylül 2010’da yapılan referandumla köklü bir şekilde değiştirildi. Yargının bir cemaatin eline terk edildiği ve sonradan “paralel devlet yapılanması” olarak anılan dönemde Türkiye, dış politikasında da büyük hatalar yaptı ve Suriye iç savaşında taraf oldu.
16 Nisan 2017’de rejimi kökünden değiştirecek bir referandum gündeme geldi ve Anayasa bir kez daha değiştirilerek yeni hükümet sisteminin önü açıldı. 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan seçimlerle parlamenter sistem resmen sona erdi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu.
16 Nisan 2017 tarihinde yapılan halk oylamasında hukuka aykırı bir şekilde Anayasa değişikliği yapılmıştır. Halk egemenliğinin tek kişide toplandığı bir “tek adam rejimi” dayatılmış, 1920’den bu yana millet egemenliğinin temsilcisi olan meclis etkisiz hâle getirilmiş, milletvekilleri de işlevsiz bırakılmıştır.

Temsili demokrasi aşılarak, katılımcı demokrasi tesis edilmelidir. Hukukun üstünlüğü, yasanın üstünlüğü ile karıştırılmaktadır. Hukuk sadece ulusal yasaların bütünü olarak anlaşıldığı takdirde, iktidarlar evrensel hukuka aykırı yasaları uygulayarak demokrasiyle birlikte temel hak ve özgürlüklerin genişlemesine engel olurlar.
Yasaların uygulanması, hukukun üstünlüğünün sağlandığını ve hukuk devletinin var olduğunu göstermez. Önemli olan yasaların niteliğidir. Evrensel hukuk ilkeleri ile uluslararası sözleşmelere aykırı olan anayasal ve yasal hükümlerin ortadan kaldırılmasıyla hukuk üstün kılınabilir. Kimse evrensel hukuka aykırı uygulamaları “yasalar böyle” diyerek savunmamalıdır. Üstünlerin hukukundan ziyade hukukun üstünlüğü her daim egemen olmalıdır.

Anayasamız ve yasalarımız, Türk milletinin ihtiyaçlarına cevap verip evrensel hukuk ilkelerini referans aldığında hukuk devletine ulaşabiliriz. Önemli olan hukukun şeklen üstünlüğü değil, hukuk devletinin tümüyle egemen kılınmasıdır. Söz konusu olan devletin hukuku değil, hukukun devleti olmalıdır.

Sonuç Olarak: “Eskimeyen Türkiye”

Türkiye’nin İkinci Yüzyılı’nda birliğe, ilerlemeye, ümide, değişime ihtiyacı vardır.
Bugün dünya “Altı Ok”un pratik içinde yeniden doğrulandığı bir süreci yaşamaktadır. Atatürk karşıtlığı ile yola çıkmış olanlar bile, 15 Temmuz darbe sürecinden sonra çareyi Atatürk’ün posterlerinde, sözlerinde bulmuştur.
Atatürk’ün bu gücü, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan güçtür. Atatürk’ün fikirleri hâlâ günceldir ve onun kurduğu Türkiye bu nedenle “Eskimeyen Türkiye”dir. Gelecek geçmişte saklıdır; Türkiye’nin içinde bulunduğu kaotik durumdan kurtulabilmesi için Atatürk’ün, zamanın ruhunu yakalayan ve değişen koşullara göre güncellenen fikirleri ulusal düşünceye rehberlik edecektir.
Bunun yolu da Mustafa Kemal Atatürk’ün 100 yıl önce söylediği gibi: “İnkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir.”
Anayasa tartışmalarını bu bilinçle yaparak Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girmek, kalbi vatanla atan her Cumhuriyetçinin vazifesi olmalıdır.” diyor Ali Karamut…